Bazı filmler vardır, insanın hayatında iz bırakır, orta yaş grubunun hemen hatırlayacağı bir filmden bahsetmek istiyorum, 1967 yapımı, İngiliz yönetmen Terence Young’un yönettiği “Karanlığa Kadar Bekle” filmini hatırlayanlarınız vardır sanırım.
Gözleri görmeyen kör bir kadının evini basan üç saldırgan hayduta karşı, karanlığa olan alışkanlığın verdiği avantajlardan yararlanarak, ortaya koyduğu mücadeleyi unutmak mümkün mü, üzerinden uzun yıllar geçsede Audrey Hepburn denilince aklıma ilk gelen filmdir. Öylesine etkilenmişim ki, sanki Audrey Hepburn o film ile özdeşleşmişti.
Ah ne güzel günlerdi o günler, eskiden abimle birlikte giderdim sinemaya, o bilgeliğini tüm yol boyu dile getirirdi , giderken de dönerken de mutlaka anlatacak çok şeyi olurdu , abim anlatır ben de hep onu dinlerdim, hayranıydım ben Audrey Hepburn’un.
İstedim ki, bu yazımda da bu efsane kadın Audrey Hepburn’u anlatayım sizlere…
İnternetin yeni çıktığı yıllardı, elimde klavye kendimi kahraman ilan etmiştim, ne güzel şeydi yarabbim, dünya elinin altında, işte şimdiki gençlerin deyimiyle “İnternette sörf yaparken” şu sözler gözüme takılmıştı.
‘‘Eğer güzel gözlerin olmasını istiyorsan, insanlara iyilikle bak.
Eğer saçların güzel olsun istiyorsan, bırak çocuklar ellerini geçirsin saçlarından.
İnce bir bedense isteğin, ekmeğini açlarla bölüş.
Ve güzel dudaklara sahip olmak için, sadece güzel sözler söyle.’’
Ne güzel sözlerdi bunlar, çok hoşuma gitmişti, araştırma huyum vardır, beğendiğim sözleri kim söylemiş merak ederim, Uzakdoğu felsefesinden birilerinin yada Hindu bir kişisel gelişimcinin söylediğini varsayarak baktığımı hatırlıyorum ama sözlerin sahibi Audrey Hepburn çıkmıştı.
Daha önce de efsane filmini izlediğim bu kadın beni çok etkilemişti. Kendisini siyah beyaz fotoğraflarından, güzelliğinden ve masum yüzünden tanıyoruz zaten ama yaşantısına dair bir bilgim yoktu o zamanlar bugün bilmeyenler için yad etmek istedim elbetteki bu yazı için aklımdakiler yetmedi yine Google amcaya başvurdum, ama iyi de oldu, tabi bu vesileyle ben de daha iyi öğrenmiş oldum.
Audrey 1929 yılında Belçika’da Hollandalı bir anneyle İngiliz bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmişti, ekonomik durumu oldukça iyi bir ailede doğmuş fakat annesiyle babası arasında sürekli bir anlaşmazlık durumu sözkonusu olunca Audrey için zor günler gelmişti.
İyi gitmeyen bu evliliğin neticesinde babası 1935 yılında, Audrey henüz altı yaşındayken onları terkedince, bu onun hayatı boyunca yaşadığı en büyük travma olarak kalacaktır. Bu kötü anısını kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle anlatır:
“Babama tapardım. Ondan ayrılmak çok acı vericiydi. Babam evi terk ederek bizi belki de hayat boyu sürecek bir güvensizliğe mahkum etti. Hayatımın en travmatik olayıydı. Annemin tepkisini hatırlıyorum, gözleri yaşlarla dolmuştu, dehşete kapıldım, bana ne olacaktı? Yer ayağımın altından kaydı sanki”
Bu terk edilişten sonra annesi kızını da alarak kendi ülkesine Hollanda’ya gitti. Fakat tam da o yıllarda İkinci Dünya Savaşı başladı. Nazi Almanyası Hollanda’yı işgale başlamış birden bire yaşadıkları tüm ortam derinden değişime uğramıştı. Hollanda’da kıtlık başlamış, hatta Audrey yetersiz beslenme sebebiyle bir takım rahatsızlıklar bile yaşamıştı.
Çaresizlik içinde kıvranan Audrey’in annesi Ella kızının daha iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için onu İngiltere’ye yatılı okula göndermeye karar verdi. Audrey bale yapmayı seviyor ve bir balerin olmak istiyordu. O dönemlerde bu kötü atmosferli yaşantıya bale yaparak tutunabiliyordu. İngiltere’de yatılı bir bale okulu bulmuşlardı, Audrey’i terk eden babası da İngiltere’de olduğundan Ella’dan kızıyla orada okurken görüşebilme izni istemişti. Annesi kızının orada yalnız kalmaması ve zaman zaman babasıyla dışarıya gezmeye çıkabilmesi açısından bu isteği kabul etmiş ancak babası onu yalnızca dört defa görmeye gitmişti.
Audrey o dönemleri gözleri yaşlı anlatırken:
‘‘Onu daha sık görebilseydim bir babam olduğunu hissedebilirdim ama hissedemiyordum’’ şeklinde tarif eder.
Babasının Nazi Almanya’sı ile bağlantılarının olduğu ve Hitler’i desteklediği biliniyor.
Hayat şartları iyice zorlamaktadır anne ve kızını. Audrey bale hayaline son vermek zorunda kaldı, Hollanda’da savaş sonrası ekonomik şartlar sebebiyle zor durumda kalan annesine yardım edebilmek için çalışmaya karar verdi. Bazı barlarda ve dans gösterinde ufak tefek işler yaptıktan sonra bir müzikalde yer aldı. Güzelliği, zarafeti ve masumiyeti ile etrafındakilerden kısa süre içinde ayrıldı, Audrey’in keşfedilmesini sağlayan bu müzikal olmuştur.
Keşfedildikten sonra “Roman Holiday” filminde başrol oynaması için teklif aldı ve böylece Hollywood’un kapıları Audrey’e sonuna kadar açıldı. Art arda pek çok başarılı yapımda yer alıyor aynı zamanda rol arkadaşı William Holden ile fırtınalı bir aşk yaşıyordu.
Audrey babasının ilgisizliğiyle büyümüş bir çocuk olarak sürekli sevgi ihtiyacı içindeydi, sevgiyi yalnızca almak değil vermekte istiyordu. Sevgiden kendisi de bu şekilde bahsetmiştir. Küçüklüğünden beri etrafındaki çocukları, hayvanları ve insanları sevmiş, sevgi arzusunu bu şekilde kapatmaya çalışmıştır.
En büyük isteği bir çocuk sahibi olmak ve kendisinin sahip olamadığı sevgi dolu aileyi ona verebilmekti. William geçirdiği bir operasyon sebebiyle bir daha asla çocuk sahibi olamayacaktı, Audrey bunu öğrendiğinde ondan ayrılmayı tercih etti ve böylece ilişkileri sonlanmış oldu.
1953 yılında, 24 yaşındayken bir partide Mel Ferrer ile tanıştı, ikisi de birbirlerinden etkilenmişlerdi. Audrey bu dönemde genç yaşına rağmen yoğun bir çalışma temposuyla karşı karşıya kalmıştı, fazlaca sigara içmeye, sağlıksız ve hızlı kilo kaybetmeye başlamıştı. Doktorlar film çekimlerine ara vermesi gerektiğini söylediğinde Mel Ferrer ile birlikte İsviçre’de bir dağ evine yerleştiler, Audrey burayı çok sevmiş ve buradan her zaman ‘yuvam’ diye bahsetmiştir.
1954 yılında Mel Ferrer ile evlendiler, her şey yolunda ilerliyordu, Audrey kariyerine ara vermiş dinleniyor, güzel bir evlilik yaşıyor ve anne olmaya çalışıyordu. Fakat bu süreçte defalarca düşük yaptı, yıllarca çocuk sahibi olamadı, yaşadığı kayıplar onu derinden yaralıyordu. En sonunda 1960 yılında 31 yaşındayken bir çocuk dünyaya getirdi. Çocuk sahibi olabildiği için ondan mutlusu yoktu, mesleğine yavaş yavaş geri döndü. Kariyeri güzel ilerliyordu fakat evliliği ise maalesef aksi yönde gitmekteydi, çocukları olduğu için devam ettirmeye çalıştıkları evlilikleri çiftin tüm çabalarına rağmen 1967’de, Audrey 38 yaşındayken son buldu.
1968'de İtalyan psikiyatrist Andrea Dotti ile tanıştı, yeniden aşık olmuştu. Fakat bu ilişki ona iyi gelmeyecekti, 1969 yılında evlendiler ve bir yıl sonra çocuk sahibi oldular. Andrea Dotti ilerleyen zamanlarda Audrey’e kendini iyi hissettirmeyecek şeyler yaşatmıştı, evliliklerinin son zamanlarında başkalarıyla görüştüğü biliniyordu. Bunları öğrenen Audrey’nin ise gururu kırılmıştı ve 1982 yılında, 53 yaşındayken Andrea’dan ayrıldı.
Yaşadığı başarısız evliliklerden sonra bir daha evliliğe sıcak bakmasa da, hep gerçek aşkı arayan Audrey en sonunda ‘‘O’’nu bulmuştu: Robert Wolders!
O da tıpkı Audrey gibi Kıtlık Kışı denilen dönemde Hollanda’da, Audrey’den sadece 15 kilometre uzakta aynı sıkıntıları yaşamıştı. Onu anlıyor, önemsiyor ve çok seviyordu. Audrey ilk kez hayatında tamdı ve korkmuyordu, hayatının sonuna kadar da birlikte olacaklardı.
Savaş yıllarını hiç bir zaman unutmayan Audrey Hollywood’dan uzaklaşıp ikinci bir kariyere imza attı.”UNICEF İyi Niyet Elçisi” olarak hayatının son beş yılını, diğer insanların yaşamını kurtarmaya adadı. Dünyanın neresinde olursa olsun yardıma ihtiyacı olan insanların yanındaydı, onların yaralarını sararken kendisini ve geçmişini de iyileştiriyordu.
Audrey 20 Ocak 1993'te yuvam dediği İsviçre’de kolon kanserinden hayatını kaybetti.
Audrey Hepburn bu dünyadan fırtına gibi geçmişti, onu unutmak mümkün mü ?
Tabiki değil, daha çok şeyler yazmak isterdim ama köşem doldu.
Haftaya Habercaddesinde başka bir konuda buluşmak üzere.
Hoşçakalın, sevgiyle ve hep güzel sözlerle anılarak kalın.
FATOŞ ACAR
GAZETECİ - YAZAR
Yorum Yazın