Yazımın başlığına baktığınızda ürktünüz mü?
Her zaman başvurduğum TDK sözlüğüne baktığım da karşıma şöyle bir tanım çıktı “Ani dehşet duygusu, büyük korku, ürkü”
“Bir akşam arkadaşımla Ortaköy’e gitmiştik, arabamı otoparka girmek için daha bir kat bile aşağı inmemiştim ki, arkadaşım çığlık çığlığa bağırmaya başladı, panik oldum, ani bir fren yaptım, öyle ki az kalsın kaza yapacaktım. Arkadaşımın kendini dışarı atmasıyla çıkışa doğru koşması bir oldu, arabayı yolun ortasında bırakıp peşinden koştum, yakaladım, sakinleştirdim, inanılır gibi değildi.. Ne olmuştu bende tam anlayamamıştım.
Neyse ki, onu kenara bırakıp arabamı uygun bir yere çektikten sonra yanına gittim. Yukarı çıktık sahilde bir cafede oturduk bana şunları anlattı.
“Bende panik atak var, kapalı yerlerde kalamıyorum, elimde olmayan birşey, seni de üzdüm özür dilerim.”
İşte panik-atak aynen arkadaşımın yaşadığı gibiydi,
Psikolojik bir rahatsızlık olarak tanımlanıyordu. Psikolojide tedavi edilmesi mutlak bir rahatsızlıktı, çünkü kalp krizine kadar götürebiliyordu. Hayatımızın bir köşesinde hepimizin mutlaka paniklediğimiz anları olmuştur, olabilir de, bunlar çok normal, ancak tekrarlanırsa mutlaka bir sağlık kurumuna başvurulması, yardım alınması gerekir, yoksa ileri de ağır kronik vakalara sebep olur.
Biraz akademik olarak konuşmak gerekirse, paniğin bağışıklık sistemini % 50 zayıflatan bir etkisi vardır.
Ve zihnimiz bize inanılmaz oyunlar oynayabilir.
Korku çoğu zaman iyidir, sizi hayatta tutar. Lakin panik her zaman kötü sonuçlar verir. İnsanın boş kaldığı, amaçsız hissettiği anlar ise zihnine en kolay yenildiği anlardır.
Bu rahatsızlığı şaka zannedip sakın hafife almayın, bu insanın şımarıklığı değil, kaprisi hiç değil, tamamen yaşadığı psikolojik bir rahatsızlıktır.
Panik atağa ait en güzel hikaye de , geçmişte bir gemicinin başından geçen ilginç olaydır, zavallı gemici hayatını kaybeder ama onun hikayesi tıp literatürüne geçmiştir, psikoloji okuyan öğrencilere bu hikaye anlatılır.
İşte ünlü hikaye şöyle başlıyor.
“1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı liman da yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer.
Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır. Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.
Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.
Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve.. kendisi de hayretten dona kalır.
Çünkü soğuk hava deposunun derecesi +19’dur. İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları +18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı üstelik bir derece de yükselmiştir.”
Diyeceksiniz ki, eee Celal niye anlattın bize bunu? Hikayenin özünü anlamadınız sa, bir kez daha okumanızı öneririm, bu hikayeden şunu anlamanızı isterdim, adı geçen denizci donarak ölmemiş, donacağına kendini inandırdığı için, normal bir sıcaklıkta soğuktan ölmüştü.
Bu üzüntülü hikaye aynı zaman da bize insan zihninin neler yapabileceğini, bilinçaltını doğru kullanırsak ne kadar güçlü olduğunu, yanlış kullanırsak da bizi ölüme dahi götürebileceğini göstermiştir.
Psikolog arkadaşımla konuşuyoruz, o bana paniğin bağışıklık sistemini % 50 zayıflatan bir etkisi olduğunu anlatmış “Aman dikkat her zaman sakin olmalısın” demişti.
Gerçekten de sakindim ben, arkadaşım bile der bana “Senin sakinliğini hayranlıkla izliyorum, sahi sen nerede aldırdın o sinirlerini, söyle de bizde aldıralım” der durur… Gülüşürüz.
Bilirim ki zihnimiz bize inanılmaz oyunlar oynayabilir.
İtalyan bir arkadaşım vardı Maria , şimdi nerelerde bilemiyorum da, öylesine sakin biriydi ki, şaşırırdım karşısında birazcık paniklesem “Piano Piano Celal” derdi, sonradan öğrendim ki “Piano ” İtalyanca bir kelime, Türkçe anlamı “Yavaş ” demekmiş, kulakların çınlasın canım arkadaşım…Şu an her nerede isen.
Bir başka yazımda buluşmak üzere hoşçakalın, ama hep dostça kalın
CELAL KODAMANOĞLU
GENEL YAYIN KOORDİNATÖRÜ


























Yorum Yazın