Ömür geçip gidiyor, mevsimler birbirinin ardından koşturuyor. Nereye yetişeceklerse?
Deniz mevsimi çoktan kapandı, rüzgarın acı sesi, kuru dalların arasından yerlere dökülen yaprakların hışırtısı , yağsam mı yağmasam mı diyen yağmurun nazlanması… Gökyüzü açık mavi değil artık yer yer grinin tonlarıyla aradan sızmaya çalışan güneşin ışıklarıyla hüzünlü bakıyor yeryüzüne .
Ölüm eskisi gibi sessiz değil , bağıra çağıra geliyor ve biz çaresiziz . Ölümün karşı sözcüğü doğum… Mutluluğumuza bir ödül, gecenin karanlık yüzüne de doğsa gündüzün aydınlığına da, yokluğa da, varlığa da her evin sevinci. Ayrılmaz ikili “Gece ve Gündüz” İnsanların kaderiyle nasıl bir bağı var acaba , gece doğan mı şanslı, gündüz doğan mı?
Ben sabaha karşı doğmuşum , gün yeni yeni aydınlanıyormuş gözlerimi açtığımda , annem öyle söylerdi . Üç erkek çocuktan sonra doğan bir kız çocuğu
Hiç yatırmamış , dinlendirmemiş annemi büyük babaanne.
Haziran ayı yaz sıcağı dağılıyor dört bir yana, meyveler yavaş yavaş olgunluğunu gösteriyor, herkes bahçelerine çoktan göç etmiş, bağıyla bahçesiyle uğraşıyor, işte o bahçelerden birinde de dedelerimizden kalan evler var, şehir evi ayrı, bahçe evi ayrı, kimi yerlerde de yayla evi denir ya, bizimkiler bahçe evi, bahçe deyince küçücük bir yer sanmayın sakın , uçsuz bucaksız öylesine büyük bir alan içinde çeşit çeşit meyve ağaçları hatta fındıktan , bademe , fıstıktan cevize kadar… Çiçekler , çalılıklar böcekler ,arılar , kelebekler ve önünde gürül gürül akan bir çay adına Gala ya da Kala Çayı derler, çakıl taşları pırıl pırıldır, su aktıkça yıkar onları, bizim en güzel oyun alanımız.
Bahçe demek iş demek, yayılıp yatmak mı? Asla ! Hele bir de o evin geliniyseniz…
Tamam doğmuşum işte, koy beni beşiğime git, gelin değil misin! İstersen geber.
“Dutlar çırpılacak” demiş babamın babaannesi, aksi, yaşlı , huysuz ve sevimsiz ihtiyar. Anacığım beni yıkamış, doyurmuş bir süre sonra kundaklayıp beşiğime koyduktan sonra gitmiş bir ağacın altına , mutlaka çok söylenmiştir yedek kayınvalidesine, çünkü esas kayınvalidesi olan babaannemin evi başkasıyla evli olduğu için başka bir bahçedeymiş, büyük babaannenin çok kalın gözlükleri vardı minicik çipil kalmış gözleri adeta bir çizgi gibiydi , ama nasıl da görüverirdi her şeyi, hayal meyaldir bende.
Adı Akkız ama herkes ona Kör Avrat derdi nedense, bir filmde de böyle bir tabir duymuştum, çilekeş biri dedemiz yani onun oğlu askerden dönünce hastalanmış hemen ölmüş iki yaşındaki amcamla , altı aylık babamı yoklukla savaşarak zor şartlar altında büyütmüş , annem genç ama akıllı, o zırcahil ama annemden daha akıllı , çünkü yaşamın güçlüğüne direnmiş, cephede değil ama evinde yaşam savaşı vermiş.
Ağacı silkeleyip altına serdiği beyaz Amerikan bezi çarşafların üstüne düşürmüş dutları anacığım .
Benim doğum tarihimin adı var, on ya da onbir sayıları önemli değil
Ben dutlar çırpılırken doğmuşum, abim ayvalar olurken, küçük yerlerde herkesin özel bir tarihi vardır doğumlarıyla özdeşleşen, benim ki bu, eşim dut yemezler sülalesinden olduğu için ki (Bu benim tabirim ) asla yemez ama benim mevsimim geldiğinde o dut her yerden getirtilir, mutfağımızın baştacı olur.
Yazımın başında yaz bitti dedim, ama şimdi sonbaharı da bitiriyoruz, ağaçların çıplaklığıyla kuş yuvaları ortaya çıktı. Nerelere uçup gider neler taşırlar o yuvalara, arada bir kafamızın üstüne yapıp giderler biz de ona kısmet geliyor deriz, ama takip eder miyiz?
Hayır, bu mevsim en acıdığım canlıların beslenmekten yoksun kalması, yiyecek arayışları ayağımın dibinde dolanan kedi ya da köpek, bakışları içimi titretiyor , kimbilir kimlerin yaz sonu sokağa bıraktıkları sizleri sahiplenen çıkar mı?
Nasıl da acımasız olduk, yaz arkadaşlığına izin verip sonrasında ise oynamaktan sıkılınca bir kenara ya da sokağa bırakmanın çirkinliğini yaşıyoruz hepimiz.
“Ne hali varsa görsün” dercesine gelip geçici bir sevda gibi, sonunu getiremeyeceğiniz işe başlamayın ne olur.
Haftaya buluşmak ümidiyle hoşkalın..
FATOŞ ACAR
GAZETECİ YAZAR


























Yorum Yazın