“Karnın doyduktan sonra ya yedi adım gitmeli , ya da uzanıp yatmalı” derdi anacığım, ben ikinci şıkkı seçtim yani uzanıp yattım meğer rüyalar tok karnına görülüyormuş, oysa ben çok nadir rüya görürüm belki ömrü hayatımda üç beş kez ve başka da hiç yok, aç karnına rüya görülmüyormuş, bunu anladım…
Rüyamda yel değirmenlerinin dibindeydim, ne işim varsa diyeceğim şimdi ayıp olacak Hollanda’ya.
Dün gece geldim oralardan, bir de üstüne rüyam da görünce , demek ki tam gelememişim.
Aklımın yarısı , yüreğimin yarısı daimi olarak orada.
Hollanda ikinci vatanım sayılır desem yalan olmaz kırk yıldır gidip geldiğim , her gidiş gelişimde çok daha fazla hayran olduğum bir ülke , ben masal gibi bir ülke diye tanımlasam daha yerinde olacak .
İlk gidişimiz eşimin ve kayınpederimin işleri icabıydı. Hollanda’lıların bizi davet etmesiyle başlamıştı.
İlk hayranlık; Kış mevsiminde Şubat ayında sanki karlar ülkesine gelmiş gibiyiz heryer bembeyaz, ayaklarımız karlara gömülü, yolculuğumuz önce Brüksel sonrası Brunnsum , sırasıyla Arnhem ve sonrasında Amsterdam.
Trenle şehirler arası yolculuk manzaranın tadını çıkarmak için oldukça ideal, buz tutmuş kanallarda patenleriyle adeta dans ediyor çocuklar, aralarında köpekleri de onlara eşlik ediyor. Manzara yabancı değil çocukluğumuzun kartpostallarından ve ressamların tablolarından tanıyoruz ama gerçeğini yaşamak bambaşka…
Arnhem de kaldığımız iki katlı küçük bir otel, çok şık ve oldukça sevimli tam karşısında yaşlılara özel harika bir park var, Yaşlılar Parkındaki banklar sessizliği dinleyen bir kaç yaşlıyı buyur etmiş, soğuğa rağmen kalın mantolarıyla , paltolarıyla, atkılarına sarınmışlar. Devasa ağaçlar ve kuşlar bile yaşlıları rahatsız etmek istemiyormuş gibi hiç ötmeden oradan oraya uçuyorlar, bizdeki huzur evi diyoruz ya orası huzur parkı …
Ne bir çocuk , ne bir genç …
İlk izlenimim kırk yıl önce bunlar dı.
6 ve 7 Şubat Karnavalları:
Amsterdam‘dayız, dükkanlar kapalı, herkes karnaval şenliklerinin içinde kaybolmuş gibi, hava soğuk, insanlar bu şenliklerle oldukça sıcak rengarenkler ve devasa figürler yollara taşmış vaziyette. Karlar erimiş, yollar kupkuru, en ufak bir su birikintisi yok, çamur denen çirkinliği tanımıyor Hollanda’lılar.
Sonrasında geçen yıllarda farklı şehirlerine adım attık, yel değirmenleriyle tanıştık ben Dulcinea oldum Don Kişot’la tanığım yel değirmenlerini böylesi yakından göreceğim asla aklıma gelmezdi. İnsan bazen kitapların içinden çıkıp gerçeğe doğru yol alabiliyormuş.
Suyu kalbiyle, ciğerleriyle, her damarıyla içen bir ülke. Yeşil olmayan toprağı yok, ağaçlar aynı gün , aynı saat dikilmiş sanki dizi dizi, hiçbiri diğerine tepeden bakmıyor, aynı boyda aynı aralıklarda kardeş kardeş yaşıyorlar.
Yol boyunca o yemyeşil arazilerin üzerinde bir kuru dal ya da bir kuru yaprağa rastlamadan, büyümelerini seyrederek gitmek çok güzel.
Tüm yollar sokaklardan caddelere kaldırım denen yüksekliği bilmeden, yıllar yılı bozulmadan, değiştirilmeden, daralıp genişletilmeden aynı şeklini muhafaza ediyor. Evler inci taneleri gibi hepsi aynı, hepsi gösterişsiz ama sade bir şıklıkta .
Küçük tahta köprüler kanalların üzerinde geçişi sağlıyor, araziler arası küçücük çit kapılar, çizilmiş oyun kitaplarındaki gibi, dağ diye bir yükselti yok.
Düzendeki hiza hiç şaşmıyor; Yediden yetmişe herkes bisiklet kullanıyor, bisiklet yollarında elinizi kolunuzu sallayarak yürümeniz mümkün değil size çarpsa suçlu olan sizsiniz, işte bu nedenle onların yolunda yayalara yer yok.
Müzelerini anlatmak istesem roman yazarım.
Ah ah atlar, koyunlar, inekler ne kadar şanslılar. O yemyeşil çayırlarda envai çeşit beslenmeleri tüm bedenlerine yansıyor. Otların çimlerin biçilmediğini öğrendim, böceklerin, kelebeklerin yaşam alanlarına duyulan bir saygı bu bize ne kadar yabancı, bununla ilgili bilgiyi sizlerle ayrıca paylaşacağım.
Taşıtlarla ilgili tren, otobüs, tramvay, metro sık sık grev yapabiliyorlar, sonunda mutlaka istediklerini elde ediyorlar çünkü Hollanda ne istediğini bilen bir özgürlükler ülkesi. Bu son seyahatimde ne bir restoranda , ne bir cafede, trende, otobüste ve ne de yollarda kulaklarında kulaklık, ellerinde cep telefonlarıyla yürüyen hatta konuşan bir halk görmedim.
İnsanlar yalnızca ellerinde su şişelerini taşıyorlar, sohbet ederek oturuyor, kahvelerini içiyor, patateslerini yiyorlar, eskiden bizde olduğu gibi ve sohbet ederek yürüyorlar.
Cep telefonu almaya paraları mı yok, kullanmayı mı bilmiyorlar diye düşünemem bile çünkü biz neredeyse uykuya bile telefonlarımızla yatıyoruz.
Sohbet kavramından uzak, kafalarımız telefonlarımıza gömülü, tüm duyularımız dış dünyaya kapalı.
Hollanda anlatmakla bitmez, bende hep gider hep gelirim.
Hem de her seferinde yeni bir bilgiyle
Haftaya başka bir yazımda yeniden buluşmak ümidiyle hoşçakalın
FATOŞ ACAR
GAZETECİ - YAZAR
Yorum Yazın