Birkaç hafta önce, sosyal medyada karşıma çıkan o fotoğraf, kalbime inen soğuk bir darbe gibiydi. Eski adı Atatürk Lisesi, şimdiki Iğdır Anadolu Lisesi eski mezunların sayfasından paylaşılmıştı: bir kaç yıl önce okulumuz yıkılmış, yerinde yeni bir yapı yükselmişti.
Gözlerim doldu. Yıkılan sadece taş ve harç değildi; bir kuşağın anıtı, gençliğimin tapınağı yerle bir edilmişti. O fotoğrafın gri tonu, içimdeki tüm anıları canlandırdı; bir film şeridi gibi, birbiri ardına sıralandı soluk yüzler, tozlu bahçeler ve asla unutulmayacak tatlar.
1. İlkokul Bahçesinin Şöleni ve Gazozun Dansı
Bizim dönemimiz, 80’lerin ve 90’ların çocukları, başka bir kıymetin mirasçılarıydık. Yüzbaşı Abdurrahman Özalp İlkokulu... O günlerin ilkokul bahçesi, sınırları olmayan, herkese açık bir yaşam alanıydı.
Zilin sesi, sadece dersin bittiğini değil, aynı zamanda küçük bir karnavalın başladığını da müjdelerdi. Okulun açık kapısından süzülen seyyar satıcı, parlak, şerbetli ve sıcak halka tatlılarını tezgâhına dizdiğinde, cennetin kapıları aralanmış gibi olurdu.
Hemen karşımızdaki o küçük market... Bizim için bir hazine mağarasıydı. Cebimizdeki kısıtlı harçlıklarla oradan ya açıktan satılan o mübarek kremalı bisküviyi, ya da çıtır gofreti alırdık. Ancak bu lezzet şöleninin tacı, yanındaki soğuk gazoz olurdu. O gazozun kapağını açarken çıkan tıslama sesi, ardından gelen keskin ve ferahlatıcı köpük… İnanamazsınız, o basit bisküvi ve gazoz kombinasyonunun tadı, lüks bir tatlının bin kat üstündeydi. Çünkü o tatların içinde acele yoktu, yapaylık yoktu; sadece saf bir çocukluk mutluluğu vardı. Artık o tatların lezzetini kimyasal bileşenlerde değil, kaybettiğimiz yılların ruhunda aramalıyız.
2. İki Gözlü Çeşme ve Bir Boksörün Vedası
Ortaokul ve lise yıllarımız ise, omuz omuza vermiş iki binanın, birleşen hayatların hikâyesiydi. Atatürk Lisesi'nin geniş avlusu; basketbol sahamızın kiremit kırmızısı zemini, futbol sahamızın tozlu yeşili… Her anımız, her tartışmamız, her gizli planımız o bahçenin taşlarına kazınmıştı.
Ama aklıma kazınan en net kare, okul bahçemizin kenarındaki iki gözlü, yirmi dört saat şıkır şıkır akan su çeşmesiydi. Teneffüslerde, maç aralarında, kana kana o buz gibi sudan içişimiz… O su, sadece susuzluğumuzu gidermezdi; dostluğumuzu, saflığımızı ve o dönemin bereketini de bize içirirdi sanki.
Okulun tam karşısında, küçücük bir sığınak gibi duran Dursun Emin'in büfesi vardı. Dursun Emi, sadece bir büfe işletmecisi değildi; o, bizim sessiz guardian’ımızdı. Genellikle ayran, simit ve dondurma satardı ama asıl kimliği, eski bir boksör olmasıydı. Dükkânın arka tarafı, onun özel sığınağıydı: Boks yaptığı dönemlere ait solmuş, gururlu resimler ve istirahat ettiği yüksek bir ranzası… Orası, bize sükûneti, disiplini ve geçmişteki bir azmi fısıldayan bir anı köşesiydi.
Üç yıla yakın bir süre önce vefat ettiğini öğrendim. Ardından dükkânının satılığa çıkarıldığı haberini almak, bir devrin daha kapandığını hissettirdi. Hey gidi yıllar! Zaman, hayatlarımızı bir su gibi alıp nasıl da hızla akıp gidiyor.
3. Esas Duruş ve Ebeveynin Emaneti
Düşünmemek elde değil: O dönemde arkadaşlıklar bir başkaydı; sözün, samimiyetin ve vefanın ağırlığı vardı. Ancak o yılları en kıymetli kılan şey, saygı ve hürmet kavramının ta kendisiydi.
Biz, öğretmenimizin karşısında durduğumuzda esas duruşa geçer, o anki otoriteye boyun eğmeyi bir onur bilirdik. Öğretmen sadece dersi anlatan kişi değil, hayatı öğreten, karakteri yoğuran bir usta, bir veliydi.
Velilerimiz, okul müdürünün odasında, başları eğik ama yürekleri tam bir teslimiyetle şunu söylerdi: "Hocam, eti senin, kemiği bizim." Bu, sıradan bir cümle değil, ebeveynin çocuğunun terbiye yükünü kayıtsız şartsız öğretmene devrettiği, toplumun eğitim sistemine duyduğu sarsılmaz güvenin en güçlü beyanıydı.
Şimdi ise, bir öğretmenimizin öğrencisine sesini yükseltmeyi bırakın, haklı bile olsa surat asmakta bile zorlandığı bir zamana ulaştık. Saygı, korkuya; hürmet, zoraki bir formaliteye dönüşmüş gibi.
İşte bu yüzden, geçmişe dönüp baktığımda, o yıkılan duvarlar ve satılan büfeler karşısında içim cız etse de, derin bir şükran duyuyorum. Kendi kendime defalarca fısıldıyorum: "İyi ki seksen ve doksan kuşağında okumuşum, iyi ki o son demlerin kıymetini yaşayabilmişim."
Çünkü biz, sadece okumadık; biz, saygının, dostluğun ve o kremalı bisküviyle gazozun eşsiz tadının hüküm sürdüğü bir dönemin romanını bizzat yaşadık. Ve o romanın her sayfası, içimizde ilk günkü gibi canlı, ilk günkü gibi değerli kalacak.
Mehmet Ali BABAR
Yorum Yazın