İstanbul…. Dünyanın en güzel şehri…. Benim dünyaya geldiğim, İmparatorluklara ve Hanedanlıklara başkentlik yapmış, Fatih’in 21 yaşında fethettiği, şarkılara, şiirlere ilham olmuş aziz İstanbul !
Batıl inançlara inanmam ama inananlara da saygı gösteririm.
İstanbul’da seyahat etmek için, ulaşım araçlarından birini kullanmak zorundasınız, Beyoğlu’na çıkmak isterseniz, Metrodan Şişhane Metro İstasyonunda inmeniz gerekir, dışarı çıktığınızda Kasımpaşa’ya doğru aşağı inerken sağda hemen sizi tek başına duran bir türbe karşılar, her nekadar kimileri tarafından Rahime Hatun, Saliha Hatun türbesi olarak bilinse de, genelde halk tarafından bilinen adı “Lohusa Hatun” türbesidir. Dinimizde yatırlara sadece dua etmek için gidilir, onlardan dilek dilemek, mum yakmak, onlara çaput bağlamak dinimizce günah sayılsada, söylemiştim, ben batıl inançlara inanmam ama inananlara saygı gösteririm diye… İşte bu türbe çocuğu olmayan kadınların en çok uğradığı türbelerden biridir.
Bu Lohusa Hatun’un öyküsünü, eminim çoklarınız bilmiyorsunuzdur.
Bende bilmiyordum ama hikayesi garip gelince meraktan araştırdım öğrendim, o zaman birde benden dinleyin bu Lohusa Hatun’un öyküsünü… Doğrudur, değildir, bunun asla tartışmasını yapmam, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde yazmıştı. İsterseniz öyküyü oradan alıp sizlere anlatayım.
17 inci yüzyıl başlarında Osmanlı Hanedanlığı ile Avusturya İmparatorluğu arasında savaşlar yapılmaktaydı. Avusturyalıların Osmanlı sınırlarına sık sık baskınlar yapması, masum insanları hunharca öldürmesi , yakıp, yıkması üzerine 1596 yılında Osmanlı Padişahı III.Murat zamanında Haçova Meydan Muharebesi başladı.
Askerlerin toplanması için beylerbeyliklerine emirler yazıldı. Osmanlılarda daimi ordunun içinde Süvari birliklerindeki askerlere Kapıkulu Süvarisi denilirdi. Bunların evlenmelerine izin verilmekteydi. Osmanlı padişahı III. Murat yaşlı olduğu için seferlere katılmamıştı. Onun yerine tahta çıkan III. Mehmet çok gençti, yapılacak sefere Sadrazamın gitmesini istedi.
Devlet yöneticileri ve Yeniçeriler ise padişahın savaşa katılmasını istiyordu, hatta Yeniçeriler kendilerine verilen çorbayı içmeyerek hoşnutsuzuluklarını gösterdiler, bu bir çeşit “Kazan Kaldırma” idi.
Yeniçerilerin başkaldırması üzerine Padişah III. Mehmet’de onlarla birlikte sefere çıkmaya karar verdi. 21 Haziran 1596 günü ordu İstanbul’dan halkın dualarıyla ayrıldı.
İşte bu orduda Ali adında bir Süvari de sefere katılacaktı. Ali ; Süvari rütbesinden gurur duyuyordu o sıralar hamile olan eşine dönüp “Çocuğum da benim gibi Süvari olacak” diye heyecanla çocuğunun doğumunu beklemekteydi.
Kapıkulu Süvarisi Ali, eşini karşısına aldı;
“Hatun ben savaşa gidiyorum, sağlığına dikkat et, doğacak olan çocuğumu ve seni Allah’a emanet ediyorum” ellerini açtı ve “Allahım, ehlimi ve karnındaki çocuğumu sana emanet ediyorum sen onları koru” diye dua etti.
Karısı ise “Beyim, güle güle git kılıcın keskin, gazan mübarek olsun çocuğumuzu merak etme” diyerek Ali’yi yolcu etmişti.
Savaşın süresi belli değildi, sonucu ise hiç bilinmemekteydi. Hayat bu, gidip de gelmemek, gelip de bulamamak vardı.
Doğacak bebeği ile karısını İstanbul’da bırakan Ali, ordu ile birlikte dualarla yola çıktı, önce zaferle bitirdiği Eğri Seferi ve daha sonra yapılan ünlü Haçova Meydan Muharebesi devam ederken Ali’nin hanımının doğum zamanı da yaklaşmaktaydı.
Padişah savaş meydanında uzun süre kalmadı, İstanbul’a dönmeye karar verdi ve dönüş yolculuğu başladı. Padişahı koruma amaçlı Süvariler de yanındaydı, işte bu geri dönenlerin arasında bulunan Ali, evine, çocuğuna kavuşma heyecanı içindeydi. O yollar bitmiyordu, yaklaştıkça Ali’nin heyecanı bir kat daha artıyordu. Karısına ve evladına kavuşma hayaliyle, dönüş yolundayken karısı maalesef doğum yapmadan ölmüş ve çoktan defnedilmişti.
Aynı günlerde Padişah ve askerler İstanbul’a ulaştı. Ali, bir an önce evine ulaşmak heyecanı ile atını hızla sürdü, evinin önüne geldiğinde de bir gariplik hissetmişti, her zaman açık olan evinin perdeleri sımsıkı kapalı, hava soğuk olmasına rağmen bacasından duman çıkmıyordu, terkedilmiş bir ev havasındaydı.
Ali’yi kimse karşılamaya dışarı çıkmamıştı, heyecanla kapının tokmağına vurmaya başladı, yine bir ses yoktu, eve girmeye çalıştığı sırada yanına gelen komşularına karısını ve doğmuş olması gereken çocuğunu sordu.
Bir şeylerin kötü gittiğini hissediyordu.
Komşusu başını öne eğdi, gözlerini Ali’den kaçırarak;
“Yiğit! Allah gazanızı mübarek etsin ve sizin ömrünüze bereket ihsân eylesin!” dedi. Aslında bu laf olan biten her şeyi anlatıyordu,
Ali duyduklarına inanamamıştı. Karısına savaşa giderken söylediği sözler aklına geldi “O gidip gelmişti ama, geldiğinde onu bulamamıştı” büyük bir üzüntü ve şaşkınlık içerisinde , bütün kalbiyle ettiği duayı hatırladı.
“Ben onu ve karnındaki bebeğimi Allah’a emanet etmiştim” diye mırıldandı.
Ali’nin bu sözleri karşısında herkes donup kaldı.
Komşuları Ali’yi de yanlarına alıp, birlikte mezarlığa yöneldiler Ali, içinden gelen bir duyguyla mezarlığa giderken kazma ve küreğini de yanına almıştı. Kabir kendisine gösterildiğinde istem dışı olarak kulağını mezarın toprağına dayadı ve dinlemeye başladı, kısa bir süre sonra haykırdı:
“Yavrumun sesini işitiyorum !” Herkes şaşkınlık içerisinde Ali’yi izliyordu.
Ali hemen kazma ve küreğine sarılarak kabri açmaya başladı, onunla beraber gelenler de, mezardan gittikçe yükselen çocuk sesini duydukları için ona yardım ettiler. Mezar tamamen açıldığında ortaya çıkan manzara, iradeleri sıfırlayacak kadar hayret ve dehşet vericiydi:
Kabirde ölü anneden doğmuş bir yavru vardı ve annesinin göğsünde uyur gibi duruyordu, biraz daha yaklaştıklarında bu yavrucağın annesinin memesinden süt emiyor olduğunu gördüler.
Ölü kadının vücudu çürüdüğü halde, bebeğine süt verdiği memeleri sapa sağlam taptaze kalmıştı. Ali, hemen yavrusunu alıp üzerindeki toprakları temizledi onu kendi üzerinden çıkarttığı gömleğine sarıp bağrına bastı ve yavrusunu da alarak evlerinin yolunu tuttu.
Ali çocuğuna ölü kadından doğduğunu hatırlatacak şekilde “Ölünün Oğlu” anlamına gelen “Meyyitzade” adını verdi.
Ve günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Sultan III. Mehmet bu hikayeyi duyunca çocuğun bakımını üstlendi ve çocuğu Saraya aldırdı Meyyitzade sarayda iyi bir eğitim gördü, devlette önemli görevler aldı ve vefat ettiğinde gene annesinin yanına gömüldü. Annesinin mezarı “Lohusa Hatun” mezarı diye anılmaktadır.
Lohusa Hatun’un mezarı daha sonra Padişahın emriyle türbe haline getirildi.
Meyyitzade’nin ve annesinin mezarları özellikle çocuğu olmayan kadınlar tarafından asırlardan beri ziyaret edilmektedir.
Yanlış anlaşılmalara neden vermemek adına, yazımın başında da söylemiştim,
“Batıl inançlara inanmam ama, inananlara saygı gösteririm” diye, bu olayın geçtiği yıllarda, Evliya Çelebi çocukluk ve gençlik çağlarını yaşamaktaydı. Evliya Çelebi, yaşadığı dönemde ve yaşadığı mahallelerde meydana gelen olayları bizzat Seyahatnamesinde anlatmaktadır.
Hikayemiz bu kadar, inanır ya da inanmazsınız, hepsine saygı gösteririm,
Başka bir yazımda, başka bir konuda buluşmak üzere hoş kalın, hoşçakalın.
ESRA SONGÜLER
HABER CADDESİ EDİTÖRÜ


























Yorum Yazın