Aslında bugün, yasak ama ölümsüz bir aşk hikâyesini kaleme almak üzereyken, en değer verdiğim bir arkadaşımın günler öncesinde ki telefon görüşmemizde , “Dikkatli yaz ” sözü aklıma gelince iştahım kaçtı,
-Sen de mi Brütüs! diyecektim, olmadı, diyemezdim, o hayatta tek kıramayacağım biriydi, zaman zaman çok tartışmalarımız olurdu, aylar yıllar süren küslüklerimiz de olmuştu ama geçmişte söylediklerinde hep haklı çıktı.
Son zamanlar her ne yazdıysam, başım ağrıyor. Çevremdeki , dostlarım arkadaşlarımın bazen eleştirileri oluyor, bir isim yazsam, biri çıkıyor, “Benimi yazdın”.. Git başımdan ya, seni niye yazayım, kimseyi yazmıyorum ben,
Kasılıyorum!
Onu yazma, şunu yazma, bunu yazma… Durun ama, ben karar veririm neyi yazacağıma… Bunaltmayın beni.
Ne yazsam?
Şimdi bir alo desem ve “Ne yazayım” diye soru yöneltsem, biliyorum alacağım cevabı…
-Beni yaz der, gevrek gevrek güler, ardından banane ya, yazar sensin, ne yazarsan yaz..
İşte bir laf salatası; “Mutluluk bir seçimdir, her şey insanın kendi elinde”
Öyle mi?
İnsanların birbirleriyle, kalıplaşmış cümlelerle konuşup anlaştığı bir devirde, ben de bu sözün cılkını çıkartsam hiç fena olmaz.
Mutluluk seçimse, her şey elimizdeyse eğer, doğruluğunu tespit edip inanmak istemiyorum değil ama yanlış.
Hiç kusura bakmayın, şu gezegende elimize verilmiş bir tencere var, onun içindekileri pirinç ayıklar gibi ayıklıyoruz, hepsi bu!
Bu tencerenin kapağına kadar, başkaları tarafından tasarlanıp üzerine örtülmüş ve bunu “sen seçtin” telkinlerine inandırılmışız gibi geliyor bana.
Anneni babanı bile seçemediğin yetmiyormuş gibi, o seçemediğin insanlar, sana istediği ismi veriyorlar. Soyadlarına kadar, daha ne verecekler?
Sen ilerde onları beğensen de beğenmesen de kabulleneceksin ve bir ömür herkes sana o seçmediğin isimle seslenecek.
Dahası, senin ileriye dönük ruhi alametlerini bilmeden, ya vaftiz edecek, ya kulağına ezan okuyacak,
Belki şarapla, belki de zemzemle yıkayıp inancının kararını verecekler.
Bulunduğun coğrafya her neresiyse, oradaki kanunlara boyun eğmen söylenecek. Örfler, adetler, ahlak ve görgü kurallarına kadar, birilerinin hazırladığı prensiplerle kuşatılacaksın.
Sen şimdi büyüdüğün zaman sormayacak mısın, hani dediler ya, “Eğitim, eşit olarak bütün çocukların hakkıdır!”
Madem eşit, sen niçin özel bir okulda okuyamadın? Ötekilerin, berikilerinin üstünlüğü neydi senden? Ne söyleyip ne yapıyorlar?
Bütün bunların hiç biri, senin seçimin değildi elbet, dahası, hayat boyu çalışman gereken mesleği de seçmedin?
Ya tutarsa, ya çıkarsa hesabıyla bir bölüme girmedin mi?
İstisnalar bir köşede beklesinler…
Şimdi bana gösterebilir misin, şuraya kadar, hangisi senin seçimindi? İnsanın kendi seçemediği hayatta mutlu olması mümkün müdür? Bütün bunların üzerine, bir bardak ayran içip, “mutluluğum da benim seçimimdi” veya “hayatım elimdeydi” diyebiliyor musun?
Hayır!
Aslında taa başından beri savrulan hazan yapraklarından, denizdeki karaya vuran dalgalardan hiçbir farkın yok! Bunu kabul et yeter! Çünkü bunlar seni, razı olmaya mahkûm edecek.
Her an her saat, üzerimize gelen biyolojik, psikolojik, sosyal şartlar nedeniyle hayatımıza yön verilecek. Biz taşları süzüp ayıklayarak kendimizi tatmin edeceğiz.
Sıra geldi barınmaya….
Yaşamak istediğin evde değil, cebindeki kâğıt parçasının gösterdiği yönde ev arayacaksın. Tuttuğun eve de cebin karar verecek, sen değil. Hâlbuki mekân o kadar önemli ki, bir iklim bir insana iyi geliyorken, öküz için sağlıksız olabiliyormuş.
Ve yirmili yaşı geçip, kemik teşekkülün tamam olduktan sonra, bir ömür eline verilen tenceredeki taşları ayıklayarak yaşlanacaksın. Zira hayat paylaşımı adına, karşına çıkan bir erkeği veya kadını “sana uyar mı uymaz mı?” uzun bir testten geçirme şansın hiç yok.
Hayat öyle kısa ki, her kimle evlendiysen, “Ölmek var, dönmek yok!” hesabı, elindekiyle yetinmeni söyleyecekler.
Bu şu manaya gelir; Bir ömür duyguların, zevklerin, arzuların yerinde sayacak. Ömrü billah, sol parmağına taktığın kelepçeye mahkûm edecekler seni. Baktın olmuyor, Pollyanna’yı okuyup hatim edeceksin.
Hâlbuki sen, bir zamanlar, en yüce duygunun “sevmek” olduğuna inanmıştın, sevginin mutlu olmak adına en ebedi anahtar olduğuna tam ikna oldum derken, şimdi de tutup bir başkasını “sevdim” dersen, şerefsiz, namussuz, karaktersiz olacaksın. Ne var ki o aşk denen şey, insan beyninde çıkan bir ur, senin elinde değilse, o da aynen öyle olmasına rağmen, toplumun kuralları dikenli bir kaktüs gibi karşına dikilecek.
Sen nasıl seversin?” diye hesap soracaklar. Damarlarına yer etmiş olan kıskançlık illetini gizlemek adına, sana şiirler yazdırırlar.
Var mı böyle şeyy?
Hayat zaten tüm evrene sunulmuş bir bulmacadır, bulmaca deyince aklıma güzel bir anekdot geldiyse de neyse, biz puzzle’yi şimdilik yarım bırakıp, konumuza dönelim, zamanla tamamlarım zaten.
Şimdi şu yazdıklarımın tümü, bir şeylerin kendi elimde olmadığını bilmek, Türkçe rüya görmek isterken, İngilizce görmek gibi ve bütün bunlara rağmen, birisi karşıma geçer de “Mutluluk senin elinde kendi kaderini kendin hazırlıyorsun” derse bilmiyorum…
Gerçekten hiçbir şey bilmiyorum…
Oysa, içinde olduğum şu tünelin dışında, bana hayat veren başka bir dünya daha olduğunu da biliyorum.
Bize ait olmadığını söyledikleri bir dünya, ve öyle bir dünya ki, haklının haksız, haksızın ise haklı olduğu bir dünya bu sözlerimi çarpıtmayın, aman haaaa elimin ayarı bozuktur, boşuna tsunami kadın dememişler bana, üstüme gelmeyin, öyle bir vururum ki karaya… ne rıhtım kalır, ne sahil… neyse bugünlükte bukadar, haftaya başka bir yazımda buluşmak üzere kalın sağlacakla.
Seçil Eskioğlu
Gazeteci - Yazar
Yorum Yazın