İstanbul… Güzel Türkiye’min en güzel kenti hatta Napolyon bile “Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu“ demiş. Üstüne şarkılar, şiirler yazılmış “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!” derken Yahya Kemal Beyatlı bilemezdi ki, o tepeden baktığı aziz İstanbul’un incisi, boğazın nadide sahili Salacak; (Salacak Canavarı) ile ünlü olacak.
Bir kaç ay önceydi, Üsküdar’da Kız Kulesi’ni gezmeye gitmiştim, kulenin rıhtımında oturdum Salacak sahiline doğru yüzümü döndüm, ben henüz dünyaya gelmemişken Salacak adı bir katliamla tanınmıştı aklıma o geldi.
“Salacak Canavarı”.. Orta yaş grubunda olanlar, az çok hatırlar.
İşte bu yüzden, yazmakta zorlansamda, sizlere o günleri yaşatmak istedim…
Boğaz’ın bütün koyları gibi, Üsküdar’a bağlı Salacak, o zamanlarda da çok güzel bir sahil beldesi idi. Ancak muhteşem güzellikleri ya da balık lokantalarıyla anılmak yerine, hunharca işlenen bir cinayetle anılır oldu, medyada ve halk arasında, olayın faili olan cani “Salacak Canavarı” olarak zihinlere kazındı. Gerçekten de maalesef o tarihlerde Salacak’ta unutulmaz canavarca bir olay yaşanmıştı. Bu vesileyle “Salacak” ismi ürpertici bir çağrışımın beraberinde bütün Boğaziçi semtlerinden daha meşhur olmuştu.
Takvimler 18 Ağustos 1958 yılını gösteriyordu, sıcak bir yaz günüydü, o yıllarda İstanbulluların en büyük yaz eğlenceleri arasında akşamları yazlık sinemalara gitmek, gündüzleri ise sahillerdeki kiralık sandallarla boğazda gezintiye çıkmak vardı. Kıyılardaki iskelelerde yüzlerce sandal saatlik olarak kiralanırdı, kürek çekmesini bilenler sandalcıyı yanlarına almadan açılır, bilmeyenler ise sandalcıya kürek çektirerek denizde gezintiye çıkardı.
İşte acı hikayemizde burada başlıyordu. 30 yaşlarındaki Elif Gülcan isimli bir anne , henüz 10 yaşındaki kızı Zeliha, 7 yaşındaki oğlu Nusret ve 5 yaşındaki komşularının kızı Birsen’i yanına alarak Üsküdar’ın meşhur Salacak Sahili’nde gezmeye çıktı. Amacı çocukları bir süre dolaştırıp ardından eve dönmekti. Ancak çocukların
“Anne, ne olur! Biz de sandalla biraz gezelim bak herkes denizde dolaşıyor” ısrarına dayanamayan genç kadın sahilde ki onlarca sandaldan birine yöneldi. Elif hanım, çocukların seçtiği bir sandala bindiklerinde Türkiye’de yıllarca konuşulacak kan dondurucu bir cinayetin kurbanı olacağını asla bilemezdi.
O yıllarda nerede Boğazın üstündeki asma köprüler, altındaki Marmaray, feribotlar, şu bu…
O zamanlar sadece sandallar vardı, Salacak’tan hareket eden sandal, çocukların isteği üzerine önce Kız Kulesi’ne doğru yol aldı, kule çevresinde ki kısa gezintinin ardından sandal karşıya yani Sarayburnu, Ahırkapı açıklarına doğru akıntının şiddetiyle sürüklenmeye başladı ve bir süre sonra kıyıdan gözle görülemeyecek kadar uzaklaştılar havada kararmaya başlamıştı. Akşam saatlerinde denize açılan diğer sandallar birer birer sahile geri dönerken, Elif hanım ve çocukların bindiği sandal bir daha geri dönmedi. Genç kadın ve yanındaki çocuklar, o gün esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştu.
Beyoğlu’nda bir sinemada güvenlik görevlisi olarak çalışmakta olan Elif hanımın eşi ve komşuları 5 yaşındaki küçük kızın ailesi, gece geç saatlere kadar çocukların eve dönmesini bekledi. Ancak gelen giden olmadı. Sahile inip aradılar, çevrede sordular ama gören ya da bilen kimseye rastlamadılar. Bir günün ardından çaresiz kalan iki aile soluğu karakolda aldı. Polis merkezine giderek Elif hanım ile yanındaki üç çocuğun kaybolduğunu bildirdiler ve hayatlarından endişe ettiklerini dile getirdiler.
Ailelerin kayıp başvurusu üzerine, o dönem İstanbul Sirkeci’de İkinci Şube Müdürlüğü olarak bilinen müdürlüğe bağlı Cinayet Masası dedektifleri hemen harekete geçtiler . Dedektiflerin ulaştığı ilk bilgilere göre, Elif hanım ve yanındaki üç çocuk en son Salacak Sahili’nde bir sandala binerken görülmüştü. Ancak geri döndüklerini gören kimse olmamıştı. Karargâhlarını Salacak’ta kuran Cinayet Masası ekipleri, çevredeki sandalcılar arasında soruşturma başlattı. Yapılan ilk çalışmalarda kayıp aileye dair hiçbir iz bulunamamıştı. Elleri boş ikinci şubeye dönen dedektifler olayın peşini bırakmadılar…
Olasılıklar arasında “Acaba sandal denizde batmış ve herkes boğulmuş muydu?” gibi akla gelebilecek tüm bilgiler değerlendiriliyordu ancak o ana kadar polise, batan bir sandalla ilgili herhangi bir ihbar ulaşmamıştı. Cinayet dedektifleri, soruşturma alanını genişleterek Harem İskelesi’ne yöneldi. Burada yapılan araştırmalarda, kayalıklar arasında kıyıya çekilmiş boş bir sandala rastladılar, şüpheler iyice artmıştı, sandalın içi incelendiğinde ise, kan lekeleri, bir kadın elbisesine ait düğme ve bir tutam saç buldular, bu deliller soruşturmada çok önemli bir ipucuydu, araştırmayı biraz daha genişlettiler.
O yıllarda her sandalcının, plaka gibi tanımlanan bir numarası bulunuyordu, işte cinayet dedektifleri buradan yola çıkıp, yaptıkları incelemede, boş bulunan sandalı 6855 numaralı olarak tespit etti. Sandalı kimin kullandığı araştırıldı ve sahibinin Kandemir isimli bir kişi olduğu tespit edildi.
Dedektifler dikkat çekmemek için kılık değiştirerek balıkçı tulumları ile Kandemir’in gelmesini bekledi ancak Kandemir, günler geçmesine rağmen sandalını almaya gelmedi üstünde şüpheler daha da artmıştı.
Olay kısa sürede büyük yankı uyandırdı, Türkiye gündemini sarsan, her gün gazetelere sürmanşet olan olayda kayıp dört kişi ve şüpheli olarak aranan bir sandalcı vardı. Diğer sandalcılar her gün kendi teknelerinin başına gelirken, Kandemir bir türlü ortaya çıkmadı. Bu durum şüpheleri daha da artırdı. Cinayet dedektifleri, İstanbul’un dört bir yanında Kandemir Sipahipala’yı aramaya başladı artık herkes biliyordu ki Kandemir yakalandığında, Elif hanım ve üç çocuğun akıbeti de ortaya çıkacaktı.
İfadesi alınan kayıkçılar, Kandemir’in kendilerine “Kayığım battı, Sarıyer’e eski püskü bir kayık almaya gidiyorum” diye ayrıldığını ve bir daha görmediklerini söylediler.
Cankurtaran’da oturan Kandemir’in ailesine ulaşıldığında ise onlarında bir haberinin olmadığını öğrendiklerinde sokak çalışmalarına başlayan Cinayet Masası dedektifleri, elde ettikleri istihbarat üzerine Kandemir Sipahipala’nın Sarıyer Bahçeköy’de bir inşaatta çalıştığı bilgisine ulaştı, bu kritik bilgi vakit kaybedilmeden dönemin İkinci Şube Müdürü Vedat Sokullu’ya aktarıldı, Emniyet Müdürü Sokullu, operasyonun önemini göz önünde bulundurarak bizzat ekibin başına kendisi geçti.
Emniyet Müdürü Vedat Sokullu, operasyon öncesinde dikkat çeken bir ilkede imza attı. Gazetelerin polis muhabirlerini yanına çağırtarak “Gelin çocuklar, bir işe gidiyoruz” dedi. O dönemde olayı yakından takip eden ünlü polis muhabirlerinden rahmetli Ahmet Vardar, yıllar sonra yaşananları Sabah Gazetesi’ndeki köşesinden şöyle aktardı:
“Önde Sokullu Müdür, arkasında Cinayet Masası ekipleri ve biz Gazeteciler yola koyulduk. Sarıyer Bahçeköy’ün ara sokaklarında bir evin önünde durduk. Etraf hızla sarıldı ve polisler kapıyı çaldı. İçeri girer girmez Kandemir’i karşılarında buldular, sandalcının ilk sözü ise ‘Beni Asın’ oldu.”
Ve sonra ekledi: ‘Vicdan azabı çekiyordum, geceleri uyuyamıyordum, siz gelmeseydiniz ben teslim olacaktım’ Sokullu’nun taktiği tutmuştu Kandemir bu sözleri söyledikten sonra tecrübeli Emniyet Müdürü Sokullu bize dönerek "Gördünüz ya çocuklar, kendisine bir fiske bile vurmadık. İşte gözlerinizin önünde itiraf etti" dedi.
Kandemir Sipahipala adlı cani sandalcı yakalanmıştı. Herkes Elif hanım ve 3 çocuğa ne olduğunu merak ediyordu. İstanbul Cinayet Masası'nın müthiş çalışması sonucu yakalanan sandalcı Kandemir’in itirafları kan donduran cinstendi.
İkinci Şubeye götürüldü, kısa bir süre sonra Kandemir hemen basın mensuplarının karşısına çıkarıldı. O dönemler şüpheliler çıkarıldıkları basın önünde işledikleri suçları tek tek açıklıyordu. Polis muhabirlerinin önüne çıkarılan Kandemir’in anlattıkları herkesi dehşete düşürmüştü.
Emniyet Müdürü Sokullu Kandemir’e olayı anlatmasını söyledi.
Kandemir büyük bir soğukkanlılıkla olayı şöyle anlattı.
“Sandala binen kadın, sarı çiçekli elbise giymiş güzel bir kadındı... Sandala binerken bacaklarının yarısını gördüm, gözümü ondan ayıramıyordum, içim gıcıklanıyordu, rüzgarla birlikte dalgaların kayığı sallaması sonucu etekleri havalanınca kendime hakim olamadım, çok etkilendim, sandalı Kız Kulesi önünde akıntıya bıraktım sular bizi Ahırkapı önlerine doğru sürüklemeye başlamış, bu arada hava da kararmıştı."
Herkes pürdikkat Kandemir’in ağzından çıkan iğrenç sözleri dinliyordu ve şöyle devam etti.
Kadına ilişki teklif ettim,
“Deli misin, ben evliyim, çocuklarım var” cevabını verdi,
“Öyleyse bir kerecik benim ol” dedim.
Bana yine cevap olarak,
“Çıldırmışsın sen, çocukların gözü önünde bu iş yapılır mı?" dedi.
Kendimi kaybetmek üzereydim, arzularıma engel olamıyordum”
”Önce 7 yaşındaki erkek çocuğunu kolundan tutup denize fırlattım, bu arada küçük kızı bağırmaya başlamıştı “Kardeşim, kardeşim boğuluyor” diye feryat ediyordu, çocuğun çığlıkları tepemi attırmıştı, kendimi kaybetmiştim dedim ya, onu da kolundan tutup denize fırlattım attım, iki çocukta denizde kaybolup gittiler. Kadın ve büyük kızı birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar, yalvarıyorlar, merhamet istiyorlardı, derken ikisini birden denize attım.
Kadın “Canımızı bağışla istediğini yapacağım” deyince kız ile birlikte ikisini de tekrar kayığa aldım, ikisine de tecavüz ettim ardından tekrar ikisini de denize attım ama yüzme biliyorlar ve kayığın kenarına tutunuyorlardı, kürekle kafalarına vura vura ikisini de oracıkta öldürdüm, cesetleri denizde kayboldu.
Tüyleri ürperten, kan donduran bu olayın duruşmaları 4 Ekim 1958’de İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı ve bir sanığı, dört maktulu ve yaklaşık kırk tane tanığı olan dava yıllarca sürdü.
O güne dek suçu kabul ettiğini söyleyen Sipahipala’nın bir seferinde mahkemede suçu inkar etmesi ve masumiyetini dile getirmesi ile hakime verdiği savunmasında yakalandığı 24 Ağustos günü çok sarhoş olduğunu, Sarıyer Polis Karakolu’nda polislerin onu dövdüklerini, ne yaptığını bilmediğini hatta kendisinin eşcinsel olduğunu söyledi. Ailesi ise oğullarının akli dengesinin bozuk olduğunu söylemekteydi. İlginç bir olay da duruşmaların birinde tecavüz anının anlatılacağı esnada Sipahipala’nın “Utanıyorum” diyerek dinleyicileri dışarı çıkartırılmasıydı. 24 Eylül 1960 günkü duruşmada savcı son mütalaasını yapar ve sanık için idam cezası ister, birkaç tanığın da dinlenmesi için duruşma son kez ertelenir.
11 Kasım 1960 günü yapılan son duruşmada hakim Uluer Yüceöz kalemini kırar ve Sipahipala’yı idama mahkum eder.
Kararı dinlerken Sipahipala “Allah yardımcım olsun” diye mırıldanır. İdam dosyası önce TBMM’den, sonra Cumhuriyet Senatosu’dan geçer ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in onayına sunulur. Avukatı Yılmaz Dereli, Cumhurbaşkanına uzun bir Telgraf çekerek müvekkili için af istese de Gürsel’den de onay alan idam cezası 7 Aralık 1962 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girer.
Ertesi sabah asılması beklenen Sipahipala bir kez daha ipten kaçmayı başarır çünkü avukatı bu sefer de Senato’daki idam onay görüşlerinde meclis iç tüzüğüne göre usulsüzlük yapıldığını iddia ederek, Tashih-i Karar isteminde bulunur. Başvuru Yargıtay tarafından incelemeye alınsa da bu inceleme çok kısa sürer ve 18 Aralık’ta reddedilir. Artık Sipahipala için her şey bitmiştir, o tarihlerde Türkiye’de idamlar meydanlarda yapılıyor olsa da savcılık meydandaki halkın olası linç girişiminden ürkerek idamın Sultanahmet Cezaevi avlusunda ve sadece resmi tanıkların önünde yapılmasına karar verir.
Son saatlerinde Kandemir Sipahipala ile söyleşi yapabilmek ya da idamda hazır bulunmak için cezaevi müdürüne bir sürü başvuru yapılsa da kabul edilmez son bir umut, karar değişikliği olur da infaz Eminönü ya da Beyazıt Meydanında yapılır ümidi ile halk bu meydanları da doldurur. Sipahipala’nın cellatlığını yapmak için kırka yakın kişi Savcılığa başvurur ama Savcılık cellat olarak Adnan Menderes’i astıktan sonra Türkiye’nin baş cellatlığına terfi etmiş olan Kemal Aysan’ı ve yamaklığını yapan kardeşi Hasan Aysan’ı seçer. Celladiye ücreti olarak ise 140 lira gibi o dönem için akıllara ziyan yüksek bir ücret teklif edilir.
19 Aralık 1962 sabahı, Kandemir Sipahipala uyandırılır ve cezaevi müdürünün odasına getirilir. Kandemir “Anladım, sonum geldi artık” der ve durumu kabullenir, imam istemez, kendi başına bir iki dakika dua eder vakit geldiğinde odadan çıkarılarak idam sehpasının altına getirilir. Usta cellat Kemal, ipi Sipahipala’nın boynuna geçirir cellata dönen Kandemir
“Tabureyi kendim devirmek istiyorum”der.
Cellat Kemal bu isteği kabul eder ve geri çekilir, Kandemir Sipahipala sandalyeyi devirerek kendi canını kendi alır.
İdamdan sonra cellat sadece ip geçirdiği ve sandalye devirmediği için Celladiye ücretinin yarısını alabilir ve duruma çok sinirlenir. “Bilsem sehpaya ben vurur, o ite bırakmazdım” diye hayıflanır. Zaten yarı ücret alan cellat bu parayı yardımcısı ve aynı zamanda kardeşi Hasan ile paylaşmak istemeyince iki kardeş cezaevi müdürünün odasında tekme tokat, birbirine girerler ve karakolluk olurlar.
Duruşmalarda oğullarını savunan Kandemir Sipahipala’nın ailesi ise bu sefer toplumsal linç havasına uyar ve cesedi teslim almak istemez böyle olunca ceset Belediye tarafından bilinmeyen bir yere gömülür.
Ve çok acı bir öykü de burada sona erer…
Hoşçakalın, hoş kalın
ESRA SONGÜLER
HABER CADDESİ EDİTÖRÜ


























Yorum Yazın