Bugünkü yazıma ilginç bir başlıkla başlamak istedim,
Yaradılışla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum sizlerle, gelin birlikte izleyelim!
Şimdi biraz hayal gücünüzü çalıştırın, düşünün bakalım, bana dudakları mavi, ayak topukları ve avuç içleri tüylü olan birini söyleyin veya göz rengi, bayrak kırmızısı olan ya da ana rahminde dokuz ay değil de, bir yıl kalan, dünyaya geldiği an, saniyesinde konuşan bir bebek!…
Biliyorum, hatta bu Seçil’de neler uyduruyor, yok böyle birşey dediğinizi duyar gibiyim. Yani hiçbir şey gelişigüzel plansız, programsız değil!
Şüphesiz inanıyorum ki, bu dünya sahipsiz değil! vermiş olduğum örnekleri baz alırsak , her bir yaratma, mutlaka bir prensibe bağlı. Bakın; istesek bile uçamıyoruz da… Ya da suyun altında yaşayamıyoruz değilmi?.
Belli ki her şey bir prensibe bağlı olduğu için, hayatı incelemek, anlamaya çalışmak, kafamızı karıştırmayalım, Bazı şeylerin, mutlak surette öyle olacağını biliyoruz. Hatta geçmişte, bu tür konularda seminerlere katılmış, bir dergide yazılar yazmış, arkadaşımla çok tartışmışlığımız bile olmuştu. O daha gerilere giderdi, ölümden ötesine diyelim, ben “Dur” derdim, dur orada dur, gerisine inandırmaya kalkma beni, gece uykularımı kaçıracaksın… Gülerdi.. Onun için ben daha ötelere geçmeyeceğim, ama burada da bir gerçek var, mesela; hiçbir canlı, asırlarca yaşayıp, şu gezegene kazık çakamıyor. Ölen gelmiyor geri, kalbi durmuş, kapamışsa gözlerini bir defa, konuşmuyor, hissetmiyor, sus pus yok olup gidiyor bir şekilde.
Kimi hasta olup, kimi bir kazanın kurbanı olurken, kimi de yatağında ölü bulunuyor.
O halde, bu telaş niye?
Yahya Kemal’in Sessiz Gemi şiirini bilirsiniz, orada da demiş ya Üstat
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”
O halde bu kavga, bu küslük, kırgınlık niye, herkes hata işleyebilir, elimde bir Zeytin dalı uzatıyorum
Çünkü ölümlü dünyadayız, hepimiz faniyiz,
Ama böylemi değil işte, hergün bir gemimiz batmışçasına birbirimizi yiyoruz. O kadar ciddiye alıyoruz ki hayatı, sağlığımız bozuluyor ve bir süre yaşayıp, tecrübe topladıktan sonra, kendimiz dışında kimseye inanmıyoruz, güvenmiyoruz, o her zaman içimizde sakladığımız kuşku ile adeta kendimizi bitiriyoruz.
Ben kaybetmek kelimesini ağzıma bile almak istemiyorum. Kimin malını kimden?
Cüzdanımız çalınmış gibi, her daim telaş içindeyiz…
Sürekli bir korku, “Acaba başkaları ne der?” korkusuna müptela olmuş gibiyiz.
Bunun bir ortası yok mu? Hiç duyarsız olmak ta güzel değil, bir de bakmışsın, ötekilerin acısı bizi etkilemiyor artık!
Ama neden?
Bir gün mutlaka yok olacağımızı bilmemize rağmen, ortayı bulup, mutlu olmak yerine, niçin her şeyi bu kadar ciddiye alıyoruz? Niçin birbirimizi kırıp döküyoruz. Niçin… işte ben bu sorunun cevabını bulamıyorum.
Aslında hepimiz, insan olarak, birbirimize benziyor olsak ta, galiba, aynı fabrikanın mamulü gibi, fotokopimizi arıyoruz? gibime geliyor.. Haksızmıyım dersiniz… niye “Kirazın sapı, Üzümün çöpü diye birbirimizin kusurlarını bulmaya çalışıyoruz.
Aynı şeyi düşünmek, aynı şeyleri hissetmek, çiftleşmekten yola çıkıp, tekleşmek mi istiyoruz yoksa?
Var mı mümkünü?
Hayır!
O halde kendinize iyi bakın, saçınıza taktığınız bir toka bile, o saçtan bir şeyler götürdüğünü bile bile, bu haftalıkta bu kadar kalın sağlıcakla derim ben
SEÇİL ESKİOĞLU
GAZETECİ - YAZAR
Yorum Yazın