Rüya, 2000 yılında Revonsuo tarafından "uyku sırasında yaşanan, hayali bir bilince dayalı deneyimler" olarak tanımlanmıştır. Dement ve Kleitman tarafından 1957 yılında, uykunun REM (Rapid Eye Movement - Hızlı Göz Hareketi) döneminde görüldüğü keşfedilmiştir. Ancak 1988 yılında yapılan bir araştırma, rüyaların NREM dönemde de görülebileceği; ancak genellikle REM dönemde görüldüğü veya başladığını ortaya çıkarmıştır. NREM dönemde görülen rüyalar çok daha bulanık olarak hatırlanabilmektedir; nadiren REM'deki kadar parlak ve net hatırlanabilir olmaktadır. Daha sonradan, teknolojinin gelişmesiyle birlikte Elektroensefalografi (EEG), Elektro-okülografi (EOG) ve Elektromiyografi (EMG) sayesinde sırasıyla beyin aktivitesi, göz hareketleri ve kas hareketleri arasındaki ilişkiler çözülebilmeye başlamıştır. Araştırmalar, genel olarak uykunun farklı aşamalarında uyandırılan insanların rüyalarından hatırladıklarıyla, bu elektronik aletlerden alınan bilgilerin kıyaslanması aracılığıyla yapılır.
Eski Yunan filozofu Heraklatyüs’ün rüya hakkında şu sözü meşhurdur: “ Uyanık olan insanlar için tek bir dünya vardır. Uykuda olanların ise her birinin ayrı alemi vardır, onun içinde dönerler.” Ünlü psikolog Freud: “ Rüya, uykunun bekçisidir.” Der. özellikle psikanaliz ekolünün kurucusu Sigmund Freud ile birlikte rüyâlar hakkında kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Freud, rüyâları, uykumuz sırasında oluşan akıldışı ruhsal faaliyetler olarak görür. O, rüyâları tümüyle materyalist bakış açısıyla incelemiştir. Ona göre rüyâlar, ilâhi kaynaklı olmayıp sadece arzu tatmininden ibaret bilinçaltındaki düşüncelerin serbest olarak yüzeye çıktığı, insanların bu yolla ruhsal ve fiziksel olarak rahatlayıp tatmine ulaştığı bir olaydır.
Mısırlılar da, Mezopotamyalılar da, Hititler de, eski İbraniler de ve Keltler de benzer rüyaya yatma biçimlerine sahiptiler. Mısırlılar düş tapınaklarına o kadar önem verirlerdi ki, Konstantin (230-337) düş kehanetini yasakladığında bile bunu sürdürdüler. Mezopotamya’da düş yorumlanması da dahil olmak üzere her türlü kehanet konusunda uzman olan baru vardı.
Hintlilerin kutsal kitabı “Vedalar”da rüyâ yorumundan bahsedilir.
Hititler dualarında tanrılarına özellikle kendilerini düşlerinde göstermeleri için yakarırlardı. Bu toplumda apuli adı verilen profesyonel düş görücüler bulunurdu. Apuli, dilimize “yanıtlayıcı” olarak çevrilebilir. Düş tanrıları Zigigu’ydu, Hitit tarihinde bu tanrının adı verilmiş bir rüya yorumu kitabı da yer alır.
İbraniler düşleri kutsal isteğin bir göstergesi olarak kabul ediyordu. Eski Ahit’in bir çok yerinde Tanrının insanlarla, özellikle Yakup ve Süleyman’la düşler aracılığıyla konuştuğu geçmektedir. Talmud dönemi boyunca hahamlar inananlara dini ve sosyal dersleri öğretmek için düş yorumlarını kullanmıştır. İbranice’de düş sözcüğünün kökeni “görmek” tir. Bu durum peygamberlere neden “görücü” de dendiğini açıklayabilir.
Çin’de, Yuan Hanedanı’nın Taocu kültüründe, Lu Tung-pin, sekiz ölümsüzün sonuncusu, düşlerinde çağrılar almış ve değişime uğramıştır. Sekiz ölümsüz aslında insandır, ama Tao’cuyolu yalnızlık içinde ve bencillikten uzak bir biçimde o kadar sıkı izlemişlerdir ki, kendilerine ölümsüzlük bahşedilmiştir. LuTung-pin yaşamının korkunç bir biçimde değişeceğini gördüğü bir düşten uyandıktan sonra dünyadan tekrar vazgeçmeye karar vermiştir.
Aziz Augustine düşleri kendini ve Tanrı’yla ilişkilerini anlamakta bir araç olarak görmüştür. Orta Çağ’ın sonlarına doğru Martin Luther rüyalarını kendini tanımaya, özellikle günahı anlamaya yardım ettiğini belirtmiştir.
Sevgili dostlar devamı bir sonraki yazımızda buluşmak üzere
Hoşçakalın
SABİHA ÜNAL
YAZAR
Yorum Yazın