Bir zamanlar insan olmanın en kıymetli yanı, hissetme gücüydü. Bir bakıştan kırgınlığı anlamak, bir sessizliği dinlemek, bir dokunuşta sevgiyi taşımak… İnsan olmanın kalbinde bu derin duyarlılık yatardı.
Fakat çağ değişti. Şimdi hissetmek yorucu, empati kurmak ağır, duygular taşınamayacak kadar fazla. Modern insanın görünmez bir yorgunluğu var: empati yorgunluğu.
Eskiden bir haber, bir trajedi, bir kayıp günlerce konuşulurdu. Şimdi her şey saniyeler içinde olup bitiyor.
Bir savaş patlak veriyor — birkaç saat içinde gündemden düşüyor.
Bir çocuk kayboluyor — bir iki paylaşım sonra unutuluyor.
Bir orman yanıyor — bir sonraki kriz gelene kadar…
Bu hız, duygularımızı yakalıyor ve paramparça ediyor. Bir yandan her şeyi görmek, bilmek, anlamak istiyoruz; öte yandan dayanacak gücümüz kalmadı. Artık bir fotoğrafın, bir haberin, bir videonun içinde kalmak istemiyoruz. Çünkü içimizdeki sızı, sonsuz bir tekrar döngüsüne girdi. Ve insan, aynı acıya defalarca tanık olduğunda, kalbi kendini korumak için donmaya başlar.
Bu donukluk, umursamazlık değil — savunmadır.
Ama ne yazık ki savunurken, hissedebilme yetimizi kaybediyoruz.
Empati yorgunluğu, başkasının acısına defalarca tanık olmanın yarattığı içsel tükenmişliktir.
Eskiden psikologlar, doktorlar, hemşireler gibi insanlarla sürekli çalışan meslek gruplarında görülürdü. Şimdi ise hepimiz aynı noktadayız. Çünkü herkes, her gün, her an başkalarının hikâyelerine maruz kalıyor.
Ekranlarımızdan taşan acı, artık ruhumuza sığmıyor.
Bir mülteci kampında çocukların ağlayışını izliyoruz; bir tıklamayla bir influencer’ın gülüşüne geçiyoruz.
Bir deprem haberiyle sarsılıyoruz; birkaç saniye sonra kedi videosuna gülüyoruz.
Ve farkında olmadan duygularımızın tonlarını karıştırıyoruz.
Artık üzülürken bile “ne kadar üzülmeliyim?” diye ölçüyoruz.
Bir başkasının acısına dokunmak yerine, onu izliyoruz. Çünkü hissedersek yanacağız — o yüzden sadece bakıyoruz.
Empati yorgunluğu sadece duygusal değil, fizyolojik bir durum da yaratıyor.
Sürekli stres hormonlarına maruz kalan zihin, bir noktada kendini kapatıyor.
Kalp atışları hızlanıyor, nefes yüzeyselleşiyor, uyku bozuluyor.
Beyin “tehlike” modundan çıkamaz hale geliyor.
Ama bu tehlike artık dışarıdan gelmiyor — ekranlardan sızıyor.
Yani modern insanın travması sessiz, görünmez, sürekli tekrarlayan bir akış halinde.
Ve en tehlikelisi: Bu yorgunluk fark edilmeden büyüyor.
Artık neyin acı, neyin gösteri olduğunu karıştırıyoruz.
Bir felaketi izlerken bile “bu gerçek mi, kurgusal mı?” diye düşünüyoruz.
Gerçeklik bulanıklaştıkça duygular da anlamını yitiriyor.
Sosyal medya, bir yandan duygularımızı görünür kılıyor, öte yandan onları tüketiyor.
Artık üzüntü de, sevinç de, öfke de performans haline geldi.
Bir paylaşım yapmadan “hissetmiş” sayılmıyoruz.
Bir duyguyu göstermezsek, sanki var olmuyoruz.
Ama ne kadar çok gösterirsek, o kadar yüzeysel hissediyoruz.
Çünkü duygular paylaşılmak için değil, yaşanmak için vardır.
Biz ise paylaşmayı yaşamaya, görünmeyi hissetmeye tercih eder olduk.
Bir zamanlar içsel olan her şey, şimdi dışa vurulmak zorunda.
Ve sürekli görünür olmak, iç dünyamızı yavaş yavaş kurutuyor.
Empati yorgunluğu bireysel bir mesele gibi görünse de, aslında toplumsal bir çöküşün habercisidir.
Çünkü empati, bir toplumun vicdanıdır.
Vicdan yorgun düştüğünde, adalet zayıflar, dayanışma azalır.
Birinin başına geleni “bana olmaz” sanan bir toplum, yavaş yavaş çözülür.
Bu yüzden bugün, sadece bireysel değil; toplumsal bir duygusal kriz yaşıyoruz.
Sokaklarda gerginlik, ekranlarda öfke, iş yerlerinde ilgisizlik, ilişkilerde bencillik…
Tüm bunların arkasında aslında yorgun kalpler yatıyor.
Empati yorgunluğu bir kader değil. Ama farkındalık gerektiriyor.
Kendimizi yeniden hissetmeye açmak için önce durdurmayı, sonra dinlemeyi öğrenmemiz gerek.
1. Dijital oruç tutun. Her gün birkaç saat ekranlardan uzak kalın.
Ruhun sessizliğe ihtiyacı var.
2. Gerçek bağlar kurun. Mesajlaşmak değil, yüz yüze konuşmak.
Göz teması, bir ekran ışığından çok daha iyileştiricidir.
3. Kendinize de empati gösterin. Yorgun olduğunuzu kabul edin.
Dünyayı her gün kurtarmak zorunda değilsiniz.
4. Basit iyilikleri küçümsemeyin. Küçük bir yardım, bir gülümseme, bir “nasılsın?” demek bile insanlığın nabzını diri tutar.
5. Sanata ve doğaya dönün. Bir tablo, bir şiir, bir ağaç gölgesi…
Bunlar, hissetmeyi yeniden öğreten sessiz öğretmenlerdir.
Sonuç: Duygularımızı Korumak, İnsanlığı Korumaktır
Empati yorgunluğu, modern çağın en sessiz salgınıdır.
Ne maskesi vardır ne aşısı. Ama tedavisi mümkündür: insanlık.
Bir başkasının gözyaşına kayıtsız kalmadığımız sürece hâlâ umut vardır.
Bir çocuğun korkusunu fark ettiğimizde, bir dostun sessizliğini duyduğumuzda, bir hayvanın bakışına yumuşadığımızda…
İşte o an, duyguların hâlâ canlı olduğunu anlarız.
Çünkü insan, kalbini koruduğu sürece tükenmez.
Ve belki de bu çağın en büyük cesareti, hâlâ hissedebilmektir.
Haftaya başka bir yazıda buluşmak üzere hoşçakalın
SABİHA ÜNAL
Yazar
Yorum Yazın