Her şeyin hızla değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Zaman, sanki kendi ayakları üzerinde koşuyor. Bir gün, bir haftaya sığarken; bir yıl, bir nefes gibi geçip gidiyor.
Sabah aceleyle uyanıyor, günün ortasında zamanla yarışıyor, gece olduğunda ise “Bugün de hiçbir şeye yetişemedim” diye iç çekiyoruz. Kendimize “neden hep geç kalıyorum?” diye sorduğumuzda fark etmiyoruz: Aslında hiçbir şeye değil, kendimize geç kalıyoruz.
Modern insanın kaderi bu: Hızla yaşamak, hızla tüketmek, hızla unutmak. Ve bu baş döndürücü hızın içinde, yavaş kalabilmek artık bir sanat haline geldi.
İçinde bulunduğumuz yüzyıl, hızın yüceltilip yavaşlığın küçümsendiği bir dönemdir.
Reklamlar “daha hızlı bağlanın”, “daha kısa sürede ulaşın”, “bir tıkla halledin” der.
Hız, verimlilikle, başarıyla, güçle özdeşleştirilmiştir. Oysa biz bu hızın tapınağında kendimizi kaybediyoruz.
Dakikalar, saniyeler, milisaniyeler üzerinden yarışıyoruz. Ama yarışın sonunda birincilik kupasını kazanan yok. Çünkü kimse “yavaş kalan”ı beklemiyor. Sanki yavaşlık, başarısızlığın simgesi olmuş gibi…
Ne var ki gerçek bilgelik, hızda değil dengededir. Rüzgâr ne kadar hızlı eserse essin, ağaç kökleri derindeyse yıkılmaz.
Bizse köklerimizi unutup sadece rüzgârın yönüne göre savruluyoruz.
Yavaşlık, bir zamanlar hayatın doğal ritmiydi. Bir mektubun cevabını beklemek günler sürerdi; o bekleyişte umut, heyecan, sabır vardı. Bir yemek saatlerce pişerdi; sabırsızlık değil, özen vardı. Bir dost buluşması gün boyu sürerdi; ekranlar değil, yüzler konuşurdu. Bugünse her şey saniyeler içinde olup bitiyor. Bir mesajı birkaç dakika geç cevaplasak “bir şey mi oldu?” diye soruluyor. Bir haber birkaç saat eskiyse, “güncelliğini yitirmiş” sayılıyor. Oysa bazı şeyler, ancak zamanla olgunlaşır.
Bir çiçeğin açması, bir çocuğun büyümesi, bir aşkın derinleşmesi, bir yarayı sarmak…
Bunların hiçbiri hızla olmaz. Ama biz sabırsızlığımızla, kendi hayat hikâyemizi de hızlandırarak yüzeyselleştiriyoruz.
Hız çağında yavaş kalmak, pasiflik değil; bilinçli bir direniştir. Çünkü yavaşlık, bu çağın dayattığı üret-tüket döngüsüne karşı bir duruştur. Yavaş kalmak, “ben bu tempo içinde kendi ritmime sadık kalıyorum” demektir. Yavaş kalmak, dış dünyanın gürültüsünden sıyrılıp iç dünyanın sesini duymaktır. Kimi zaman bir fincan kahveyi sessizlik içinde yudumlamak, kimi zaman gökyüzüne uzun uzun bakmak, kimi zaman hiçbir şey yapmadan sadece düşünmek…
Bunların her biri küçük birer devrimdir aslında. Yavaş kalabilen insan, zamana hükmetmez ama onunla dans eder.
Hızdan kaçmaz; sadece ona yön vermeyi bilir.
Bugün insanın en büyük sınavı, sessiz kalabilmektir. Telefonlarımız, ekranlarımız, sürekli bildirimlerle zihnimizi işgal ederken, içsel sessizliğe yer kalmıyor. Sürekli “görülmek”, “beğenilmek” ve “güncel kalmak” zorundayız. Ama unuttuğumuz bir gerçek var: Her zaman çevrimiçi olmak, yaşamak değildir. Hayat; bağlantıyı kesip, kendinle yeniden bağ kurabildiğinde başlar.
Kimi zaman bir ormanda yürürken, denize karşı otururken ya da sadece bir mum ışığında düşünürken; o sessizlikte yeniden doğarız. Çünkü sessizlik, ruhun nefesidir.
Hızlı bir dünyada sessiz kalabilmek modern insanın yeni lüksüdür.
Belki de biz, zamanı değil anlamı kaçırıyoruz. Her şeyin daha hızlı olmasını isterken, derinliğini yitiriyoruz. Bir filmi ileri sarıyoruz, bir kitabı özetinden öğreniyoruz, bir sohbeti kısa mesajlara sığdırıyoruz.
Ama anlam, hep o aralarda gizli kalıyor.
Yavaş kalabilmek; anlamın izini sürmektir.
Bir şarkının sözlerini dinlerken duygulanmak,
bir yüzün ifadesinde hikâyeyi fark etmek,
bir çocuğun gülüşünde hayatı hatırlamaktır.
Anlam, hızla koşarken değil; durduğumuzda görünür.
Çünkü insan, bazen ancak durarak ilerler.
Doğa bize her gün yavaşlığın zarafetini gösterir.Hiçbir mevsim acele etmez. Yaprak, zamanı geldiğinde dökülür; tohum, zamanı geldiğinde filizlenir. Ve biz insanoğlu, doğanın bu sabırlı döngüsünü unutup her şeyi hızla istemeye başladık. Oysa yavaşlık, doğanın yasasıdır. Bir çiçeği çekip açtıramazsın; sadece sabredersin. İnsan da böyledir: Kendi dönüşümünü hızla değil, sabırla yaşar. Kendini tanımak, bir ömür süren bir yolculuktur. Ve bu yolculukta yavaş yürüyenler, manzarayı da görür; sadece hedefi değil.
Yavaşlamak, ruh için bir detoks gibidir.
Zihni arındırır, duyguları onarır, farkındalığı artırır. Psikologlar bile “bilinçli yavaşlama” tekniklerinin anksiyeteyi azalttığını, mutluluk hormonlarını artırdığını söylüyor. Yani yavaşlamak sadece romantik bir fikir değil; ruhsal bir ihtiyaçtır. Meditasyonun, mindfulness’ın, hatta yürüyüşün bile özü budur: Zamanı yavaşlatmak değil; kendini anda tutabilmek.Bir dakikalık sessizlik bazen bir saatlik konuşmadan daha fazla iyileştirir insanı. Çünkü o sessizlikte ruh, kendi sesini duyar.
Hız çağında yavaş kalabilmek, çağın dayattığı koşuya “ben bu yarışı bırakıyorum” demek değildir. Asıl mesele, koşarken bile farkında olabilmektir. Bir tren hızla giderken dışarıdaki manzarayı fark eden yolcu olmak gibidir. Hayat, hızla yaşandığında bir görüntüye dönüşür; yavaş yaşandığında ise bir hikâyeye. Ve her hikâye, ancak kelimeleri ağır ağır yazıldığında anlam kazanır.
Belki de asıl başarı, zamana yetişmek değil;
zamanın içindeki kendine yetişebilmektir.
O yüzden…
Dünya ne kadar hızlı olursa olsun,
bir an dur ve derin bir nefes al.
Belki de o nefes,
hayatın sana “ben buradayım” deyişidir.
Ve unutma:
Yavaş kalabilmek — bu çağda bir lüks değil, bir sanattır.
Ve bu sanat, insanın kendini yeniden hatırlama biçimidir.
Haftaya başka bir yazımda buluşmak üzere hoşçakalın
SABİHA ÜNAL
YAZAR


























Yorum Yazın