Modern zamanların en ilginç yanılgılarından biri, yoğun olmanın değerli olmakla eş tutulmasıdır. İnsanlar artık başarılarını anlatırken kazanımlarından değil, ne kadar meşgul olduklarından bahsediyor. “Çok yoğunum”, “Hiç vaktim yok”, “Koşturup duruyorum”… Bu cümleler, bir dönemin şikâyet kalıplarıyken bugün adeta bir övgü cümlesine dönüştü. Sanki hiç boş vakti olmayan insan, “önemli biri” olma sıfatını da otomatik olarak kazanıyormuş gibi…
Oysa sürekli meşgul olmak çoğu zaman gerçek bir üretkenliğin değil, sahte bir önem duygusunun göstergesidir. Fakat bu duygu öyle ustalıkla gizlenir ki, kişi kendinin bile farkına varamaz; “meşgulüm” dedikçe içindeki boşluk daha da genişler. Çünkü modern yaşam, insanın kendisiyle baş başa kalmasını neredeyse tehlikeli bir şeymiş gibi gösterir. Sessizlikten korkarız. Yavaşlamaktan ürkeriz. Bir anlığına durursak geri kalacakmışız gibi yaşarız.
Bu döngü öyle hızlanır ki, bir süre sonra meşgul değilsek sanki eksik bir birey olduğumuza inanırız. Bu da bizi, zihnimizi, ruhumuzu ve duygularımızı doldurmadan, sadece takvimimizi doldurmaya götürür.
Gerçek şu ki, insanlar çoğu zaman meşgul oldukları için değil, meşgul görünmek istedikleri için sürekli bir şeylerle uğraşır. Bu sadece dışarıdan gelecek takdir için değil; çoğu zaman kişinin kendisine hissettirdiği sahte bir “değer duygusu” içindir. Çünkü durduğunda ne olur?
Durduğunda düşünmeye başlarsın.
Kendine sorular sorarsın.
Hayatının neresinde olduğunu fark edersin.
Kaçtığın gerçeklerle karşılaşırsın.
Belki de yıllardır ertelediğin bir yüzleşmenin kapısı çalar. İşte pek çok insanın korktuğu tam da budur: Kendisiyle baş başa kalmak.
Bu yüzden meşguliyet, bir “doluluk” hali değil; ince bir kaçış stratejisidir. Kişi kendiyle yüzleşmek yerine toplantıdan toplantıya koşar, dakikası dakikasına planlar yapar, zamanını parçalara ayırır. Böyle olunca da yaşam, bir koşu bandına dönüşür: hız vardır, efor vardır, ama ilerleme yoktur.
Sürekli yoğun olan insanlar, farkında olmadan ilişkilerini de yüzeyselleştirir. Çünkü yakınlık, ancak zaman ayırarak kurulur. Ancak günümüzde zaman ayırmak bir lüks hâline geldi. İnsanlar kendi yakın çevresine bile “Bir fırsat bulup görüşelim” diye mesaj atıyor ama o fırsatı asla bulmuyor.
Meşguliyet, sevgiyi erteler.
Meşguliyet, sohbeti kısaltır.
Meşguliyet, aileyi ihmal eder.
Meşguliyet, dostlukları zayıflatır.
Kişi bunu yaparken çoğu zaman kötü niyetli değildir; sadece meşgul olmaya yüklediği anlamı abartmıştır. Çünkü yoğun kişi, kendini değerli hisseder; boş zamanı olan ise sanki “yetersizmiş” gibi…
Ama gerçek tam tersidir:
Hayatına zaman ayırabilen insan, hayatını yönetebilen insandır. Geri kalan herkes sadece koşturuyordur.
Sürekli bir şeylerle uğraşmak, zihni sürekli alarm hâlinde tutar. Bugün birçok insan, farkında bile olmadan tükenmişlik sendromunun kıyısında yaşıyor. Çünkü beden sadece çalışmaktan değil, sürekli hazırlıklı olmaktan yorulur. Zihin sürekli meşgul oldukça, insan kendi iç sesini duyamaz hale gelir. Bu durumun en tehlikeli yanı, meşguliyetin yorgunluğu gizlemesidir. Kişi kendini yorulmuş değil, “başarmış” gibi hisseder. Oysa içten içe tükeniyordur. Gereksiz koşuşturmalar, boş kalabalıklar, amacı olmayan stresler… Bunlar insanı yavaş yavaş tüketir, ama kişi bunu meşguliyet sayesinde fark etmez.
Aslında hayatın özünde bir denge var:
Çok meşgul olmakla dolu olmak arasında ince ama belirleyici bir fark…
• Meşgul olmak: Amaçsız kalabalıklara kapılmaktır.
• Dolu olmak: Hayatı bilinçle seçmektir.
Meşgul olmak, her teklife “evet” demektir.
Dolu olmak, “hayır” diyebilmektir.
Meşgul olmak, zamanın sahibini başkalarına teslim etmektir.
Dolu olmak, zamanı kendine ait kılmaktır.
Meşgul olmak, yüzeysel bir değer duygusudur.
Dolu olmak, içsel bir huzur hâlidir.
Bu farkı görebilen kişi, takvimini doldurarak değil, hayatını sadeleştirerek güçlenir.
Aslında insan, en çok durduğunda büyür.
Düşündüğünde şekillenir. Kendini dinlediğinde değişir. Durmak; geri kalmak değil, kendine yaklaşmaktır. Sessizlik; boşluk değil, derinliktir. Kendine vakit ayırmak; lüks değil, ihtiyaçtır. İnsan ancak yavaşladığında, gerçekten ne istediğini fark eder. Çünkü hızın içinde hiçbir şey net değildir. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü, neye ihtiyaç duyduğunu anlayamazsın. Fakat sessizlik, bütün bulanıklığı süzer ve sana hakikati gösterir.
Son Söz
Belki de zaman artık şunu sormanın zamanıdır: “Gerçekten çok meşgul olduğum için mi bu hayatı yaşıyorum, yoksa meşgul olduğumu söylemek bana önemli biri olduğumu mu hissettiriyor?”
Cevap hangisi olursa olsun, şunu bilmek gerek: Hayat, doldurdukça büyüyen değil; sadeleştirdikçe değerlenen bir yolculuktur.
Takvimin boşsa değersiz değilsin. Telefonun sessizse önemsiz değilsin. Bir gününü kendine ayırdın diye geride kalmış değilsin.
Bazen en büyük adım, hiçbir şey yapmamaya cesaret etmektir.
Çünkü insan ancak o zaman gerçekten kendi hayatının sahibi olur.
Haftaya başka bir konuda buluşmak üzere hoşçakalın
SABİHA ÜNAL
YAZAR


























Yorum Yazın