Her gün televizyon ekranlarında, telefonlarımızın küçücük ekranlarında ya da gazetelerin manşetlerinde aynı sahnelere şahit oluyoruz: Açlıktan gözleri çukurlaşmış çocuklar, savaşın ortasında ağlayan anneler, yaşlılıktan ve yalnızlıktan kimsesizleşmiş insanlar… Bir köşede soğuktan titreyen, bir başka köşede çöplerden ekmek arayan hayatlar. Ve biz, tüm bu görüntülerin önünden geçerken, içimizde kısa süreli bir acı duysak da hızla kendi hayatımıza dönüyoruz.
Peki ya sonra?
Sonra işimize, dersimize, alışverişimize, tatil planımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çünkü insanlık, bir süreliğine vicdanımızı sızlatan ama kısa süre sonra unuttuğumuz bir kelimeye dönüştü. Oysa insanlık, eskiden bir “lüks” değil, yaşamın en temel unsuru, en büyük ortak değerimizdi.
Ama şimdi sorulması gereken soru şu: Biz, insanlığı nasıl bu kadar kolay unuttuk.
Bir haber düşmüştü sosyal medyaya. Bir anne, üç çocuğuyla birlikte bir apartman boşluğunda uyuyordu. Kışın en soğuk gecelerinden biriydi. Komşular kapılarını kapatmış, sıcacık evlerinde televizyon karşısında oturuyordu. Belki aynı anda “yardımlaşma” üzerine bir dizi bile izliyorlardı. Ama yan dairelerinde, sadece birkaç metre ötelerinde bir ailenin donma tehlikesi geçirdiğinden habersizdiler.
İnsanlık bazen büyük savaşlarda kaybolmaz. İnsanlık, en çok küçük ilgisizliklerde kaybolur. Yan dairenin kapısını çalmamak, bir “ihtiyacınız var mı?” dememek, en yakınındaki hayatı görmemek… İşte insanlığı unutturur bize.
Ya Yalnızlığa Bırakılan Yaşlılar
Bir gün parkta otururken yaşlı bir amca yanıma oturdu. Konu konuyu açtı, sohbet ettik. “Evlatlarım var ama hepsi kendi telaşında. Arada bir ararlar, iyiyim derim. Oysa bana bazen sadece bir ‘nasılsın?’ yeter.” dedi.
İşte insanlığın unutuluşu tam da burada saklı. Bir anne-babaya “bakarak” değil, “görerek” insan kalabiliriz. Onların ellerini sıktığımızda, gözlerine baktığımızda, yanında olduğumuzu hissettirdiğimizde insanlık yeniden can bulur. Çünkü insanlık, yalnızlığa terk edilen yaşlı bir kalbin içinde sessizce tükenir.
Modern Zamanların Kayıp Vicdanı
Belki şehirler büyüdükçe biz küçüldük. Beton bloklar yükseldikçe vicdanlarımız gölgede kaldı. Teknoloji bizi yakınlaştırırken aynı zamanda uzaklaştırdı. Artık komşumuzun aç mı tok mu olduğunu bilmiyoruz; çünkü kapısını çalmıyoruz. Sokakta yardıma muhtaç birini gördüğümüzde, önce telefonumuza uzanıp “fotoğrafını çekelim” diyoruz. Çünkü paylaşmak, yardım etmekten daha kolay hale geldi.
Ama insanlık, sosyal medyada birkaç saniyelik bir “story” değil; gerçek hayatta bir çocuğun gözyaşını silmektir.
Bazen düşünüyoruz: “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” Oysa insanlık, devasa yardımlarda değil, küçük adımlarda gizli.
• Kapıya bırakılan bir ekmekte,
• Otobüste yer vermekte,
• Bir yabancıya tebessüm etmekte,
• Bir çocuğun başını okşamakta…
Bunlar küçük görünüyor belki, ama aslında dünyayı iyileştiren büyük dokunuşlar işte bunlardır.
Unutulan insanlığı hatırlamak, sadece başkalarını değil, aslında bizi de kurtarır. Çünkü insanlık unutuldukça, ruhumuzda boşluklar açılıyor. Maddi olarak büyüyoruz belki ama manevi olarak çoraklaşıyoruz. Huzurumuz kayboluyor, tatminsiz oluyoruz. Çünkü insanlık olmadan “insan” olamıyoruz.
Ve belki de hatırlamamız gereken en önemli gerçek şu:
İnsanlık, başkası için var olduğunda anlamlıdır.
Bugün etrafına bir kez daha bak. Belki yardıma ihtiyacı olan bir gözle karşılaşacaksın. Belki sessizce ağlayan birini göreceksin. Belki sadece bir tebessümle umut bulacak bir çocuk var köşede.
Unutma, insanlık dediğimiz şey, dev projelerde, büyük nutuklarda değil; senin küçücük bir dokunuşunda gizli.
Ve şimdi sana soruyorum sevgili okur:
Biz gerçekten insanlığı mı unuttuk, yoksa insanlık mı bizi unuttu?
Cevap hangisi olursa olsun, unutma ki hatırlamak hâlâ mümkün. Ve belki de yarın değil, tam da bugün başlamak zorundayız.
SABİHA ÜNLÜ
YAZAR
Yorum Yazın