İnsanlık, var olduğu günden bu yana zamanı anlamaya çalıştı. Güneşin doğuşunu ve batışını takip etti, mevsimleri kaydetti, takvimler oluşturdu. Derken saatler icat edildi, zaman dilimleri belirlendi, dakikalar, saniyeler hayatımıza girdi. Ama bütün bu ölçüler, aslında zamana hükmetmek için değil, onun karşısında çaresizliğimizi gizlemek içindi. Çünkü zaman, hiçbir kalıba sığmıyor; akıyor, değişiyor ve çoğu zaman elimizden kayıp gidiyor. İşte bugün yaşadığımız çağ, bu gerçeği en çıplak haliyle gösteriyor: Zamansızlık Çağı.
Eskiden zamanın akışı daha yavaştı. Bir haber günlerce konuşulur, bir mektup haftalarca beklenirdi. Bugünse her şey birkaç saniye içinde olup bitiyor. Sosyal medya, dijital platformlar ve sürekli akan bilgi, zamanı parçalara bölüyor. Dün yaşanan büyük bir olay, bugün unutulmuş oluyor. O kadar hızlı bir çağda yaşıyoruz ki, geçmiş ile gelecek arasındaki çizgi neredeyse siliniyor.
Bir yandan geçmiş sürekli karşımıza çıkıyor: “Bu gün geçmişte ne yapmıştın?” hatırlatmaları, arşivden çıkan eski fotoğraflar, yeniden gündeme gelen olaylar… Gelecekse algoritmalarla hesaplanıyor, yapay zekânın tahminleriyle önümüze seriliyor. Yani aslında biz hiçbir zaman yalnızca “bugün” yaşamıyoruz. Zamansızlık, geçmişin gölgesiyle geleceğin hayaletini aynı anda yaşatıyor
Teknolojinin temposuna bedenimiz ayak uyduruyor belki ama ruhumuz zorlanıyor. Düşüncelerimiz bir gün geçmişe saplanıp kalıyor, diğer gün geleceğe dair endişelerle boğuşuyor. Kalbimiz özlemle dolu, zihnimizse sürekli ileriye koşuyor. Bu ikili baskı, insanı sürekli yorgun düşürüyor. Belki de en çok bu yüzden, bugünlerde herkesin dilinde aynı cümle var: “Zaman yetmiyor.”
Sanatın en büyük arzusu daima zamansızlıktı. Homeros’un dizeleri, Leonardo da Vinci’nin tabloları, Mevlana’nın sözleri, Shakespeare’in oyunları… Yüzyıllar geçti, ama hâlâ aynı duyguları uyandırabiliyorlar. Bugün bir genç Mozart’ın notalarında kendini bulabiliyor, bir ressam Van Gogh’un fırça darbelerinde kendi acısını görebiliyor. Çünkü gerçek sanat zamana direniyor. Zamansızlık Çağı’nın belki de en güzel yanı da bu: insanlığın ortak mirasını, geçmişten bugüne taşıyan sanatın hiç solmayan gücü.
Roma’daki Kolezyum hâlâ ihtişamını koruyor, Göbeklitepe insanlığın ilk adımlarını hatırlatıyor. Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim” çağrısı, çağları aşarak hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor. Nazım Hikmet’in şiirleri, hapis duvarlarını aşıp dünyaya sesleniyor. Bu örnekler, aslında zamansızlığın yalnızca çağımızın değil, insanlığın varoluşunda hep var olduğunu kanıtlıyor.
Ama bugünün zamansızlığı biraz farklı. Teknolojiyle hızlanan dünyada, zamansızlık insanın elinden anı çalıyor. Yaşadığımız anı doyasıya hissetmek yerine, onu kaydediyor, paylaşıyor, beğenilerin sayısına göre değer biçiyoruz. İşte bu noktada zamansızlık bir özgürlük olmaktan çıkıp bir esarete dönüşüyor. Yine de umut var: Zamanı anlamlandırmayı seçtiğimiz sürece, onu insan kalbinin ritmine göre yeniden yorumlayabiliriz.
Son Söz
Zamansızlık Çağı, bize hem armağan hem sınav. Armağan, çünkü geçmişi, bugünü ve geleceği aynı anda yaşayabilme fırsatı veriyor. Sınav, çünkü bu hızın içinde kaybolmadan kendimizi bulmamız gerekiyor. Belki de asıl mesele, zamanı yönetmeye çalışmak değil; onunla dost olabilmek. Çünkü zaman, bizim düşmanımız değil. Onu anlamak, kabul etmek ve içindeki anları kıymetlendirmek, bu çağda insan kalabilmenin en değerli yolu.
Haftaya başka bir konuda buluşmak üzere hoşçakalın
SABİHA ÜNAL
YAZAR
Yorum Yazın