63 yaşında bir fosil bendeniz. 20. Yüzyılın en güzel dönemi 1960’larda dünyaya gelmiş, 21. Yüzyılın 2023’ünde nefes alıp vermeye devam eden bir gazeteciyim özünde.
Haber Caddesi’nin eskilere (geçmişe) verdiği önemden hareketle bende bugün siz sevgili okurlarıma 60’lı, 70’li yılların plaklı günlerinden söz etmek istiyorum.
Bizler çocuklukları lambalı radyolarda şarkı söyleyen sanatçıları, onlara eşlik eden sazendeleri içinde zannederek büyümüş bir nesiliz.
Radyoyu açar, en az bir 3-4 dakika o yeşil lambanın ısınmasını bekler, ondan sonra kısa, orta, uzun dalgalarda yayın yapan herhangi bir radyo frekansını bulup şarkılar türküler dinleyen kuşağız.
İstanbul’un Florya’sında dünyaya gelmiş Kuzey Makedonya asıllı Manastır kökenli bir gazeteciyim. Erken yaşta evlenmiş, ilk evliliğinden aslan gibi bir oğul edinmiş bir babayım aynı zamanda. Ülkemizin önde gelen isimleri arasında özel yeri bulunan o evladı bana veren Allah’ıma ve elbette ki O’nu dünyaya getiren eşim hanımefendiye bunun içinde ayrıca teşekkür ediyorum, o başka.
Lambalı radyolar, pikaplar ve teyplerle başlayan bir hayattı ben ve kuşağımdaki insanların yaşamı.
Eski ahşap evlerimizde sabahın 5’lerinde kalktığımız, annelerimizin kuzine sobalarımızda kahvaltı için gerekli hazırlıkları yaptıkları dakikalarda güne Budapeşte Radyosu’nun Türkçe yayınlarını dinleyerek başladığımız, TRT’nin yüzüne bakmadığı bir çok özel ve güzel türküyü adını zikrettiğim bu radyodan dinlediğimiz, kahvaltımızın bittiği 8’den sonra saat 10.00’daki radyo tiyatrosu için TRT’ye geçip sabahı bu şekilde öğlene bağladığımız saatlerden ibaretti o günler.
Bugünün gençleri ve çocukları bir an için o yıllara gidip o günleri tanıyabilseydi keşke. 3 yaşında başlayıp 17-18 yaşlarımıza kadar lambalı radyoları, pikaplarda çalan plakları ve teyplerde çalan kasetleri dinlemekle geçti yıllarımız.
Televizyonun gelmesiyle bütün bu güzelliklerimiz yerini kolay anlayamadığımız, anlayamamamıza rağmen kendimizi içinde bulduğumuz bir döneme bıraktı. Sanki bir çağ kapanmış, yeni bir çağa avdet etmiştik.
O güne kadar çocukluğu ve gençliği mahallelerimizin sokaklarında saklambaç, kurtarmaç, tombik, misket oynamakla geçen bizler, televizyonda yayınlanan yabancı menşeili filmlerden kısa sürede etkilenip, milli ve manevi değere haiz oyunlarımızdan, adetlerimizden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık.
Lanet olası değişim, özümüzden uzaklaşma, toplumsal kirlenişimiz TRT’nin ve bir süre sonra özel televizyon kanallarının start vermesiyle başlamış oldu. Ülkemizin manevi anlamda çöküş süreci işte bu verdiğim örnekle başlamış oldu. O gün bugündür dününü unutmuş, bugününü kavrayamamış, savruk hayatlar içinde rüzgara teslim olmuş yaprak misali, nereye sürüklendiğini bilmeyen bir toplum olduk çıktık.
Toplumsal çürümemiz televizyonlarla başladı. Karımızı, kocamızı aldatmayı Dallas’la öğrendik. Flamingo Yolu ile ihanetin normalden sayılabileceğini kabullendik. O yılların güzel olan tek televizyon prodüksiyonu Heidi adlı çizgi filmdi. Yabancı bir çizgi film olmasına rağmen, ahlakın, dürüstlüğün, saflığın, temizliğin hakim olduğu tek yararlı üründü.
Bu yüzden bizler hala Heidi başta olmak üzere, dedesi Alf Amca’yı, keçi çobanı Peter’i, Frankfurt'ta yaşayan zengin Sesemanların sakat kızı Clara’yı, Clara'nın otoriter dadısı Bayan Rottenmeier’ı hala unutmadık.
Çok şey var yazacak. Tadında bırakayım istiyor ve bugünlük siz sevgili okurlarıma ‘Hoşçakalın’ diyorum.
Bir başka yazıda ve konuda görüşmek buluşmak umut ve dileği ile…
Sağlıkla kalın efendim.
Yorum Yazın