Bir zamanlar kelimeler sessizdi.
Beyaz bir perdenin önünde siyah-beyaz gölgeler dans ederdi. Dudaklardan dökülemeyen sözcüklerin yerini bakışlar, el hareketleri, yüz ifadeleri alırdı.
Sessiz sinema günlerinde bir bakış, bir sayfa dolusu diyalogdan daha fazlasını anlatırdı. Gözlerdeki ışık, içimizdeki duygularla buluşur, her seyirci kendi hikâyesini o görüntülere eklerdi.
O zamanlar sinema, konuşmadan anlatmanın büyülü sanatıdır. Her sessizlik, izleyicide yankı bulan bir çığlıktı aslında.
Ardından renk geldi, ses geldi, teknoloji geldi. Hikâye anlatıcılığı artık yalnızca perdeye ait bir sanat olmaktan çıktı; hayatın her alanına yayıldı.
Artık her evde bir kamera, her cepte bir ekran vardı. Anlatma gücü birkaç yönetmenin, birkaç yazarın elinde olmaktan çıkıp milyonlarca insana geçti.
Bir zamanlar sinemacılar hikâyeleri toplum adına anlatırdı; şimdi herkes kendi hikâyesini, kendi kadrajını, kendi filtresini oluşturuyor.
Ama belki de asıl soru tam da burada başlıyor:
Biz hâlâ hikâye mi anlatıyoruz, yoksa sahne mi alıyoruz?
Sessiz sinema döneminde seyirci sessizdi, ama o sessizlik bir tür katılımdı.
Her duyguyu kendi içimizde tamamlar, eksik kalan cümleleri zihnimizde kurardık.
Oysa bugün, ekran başında hikâyeyi sadece izlemiyor, aynı anda yorum yapıyor, paylaşıyor, beğeniyor, yeniden kurguluyoruz.
Seyirci artık sadece izleyici değil; aynı zamanda bir yorumcu, bir üretici, bir “performans izleyicisi.”
Sessizliğin yerini gürültü aldı.
Her an bir şeyler anlatılıyor, ama hiçbir şey tam olarak dinlenmiyor.
Bir zamanlar bir film yıllarca konuşulurdu; şimdi bir video birkaç saniye içinde tüketiliyor.
Zaman hızlandı, hikâyeler kısaldı, ama anlatma isteği hiç azalmadı.
Bugün sosyal medya, çağımızın en büyük sahnesi.
Artık herkes bir oyuncu, bir yönetmen, bir senarist.
Bir zamanlar bir sahneye çıkmak cesaret isterdi; şimdi bir “paylaş” tuşuna basmak yeterli.
Bir video, bir fotoğraf ya da bir kısa hikâye… Hepimizin kendi küçük “sessiz filmi” var, ama bu sefer sessizlik değil, gürültü içinde kaybolma korkusu var.
Eskiden bir karakterin gözyaşı bir milleti ağlatırdı; şimdi bir yüz filtresi milyonlarca “like” alıyor.
Hikâye anlatmak, duyguları paylaşmak değil, çoğu zaman beğenilmek için yapılan bir gösteriye dönüştü.
Bir zamanlar “anlatmak” bir ihtiyaçtı; bugün “görülmek” bir zorunluluk gibi.
Ama tüm bunların arasında hâlâ hikâyenin kalbi atıyor.
Çünkü her filtreli fotoğrafın, her kısa videonun, her performansın ardında bir insan var.
Ve her insanın içinde anlatılmayı bekleyen bir hikâye.
Bir “story” paylaşıyoruz, ama o gerçekten bir hikâye mi?
Yoksa sadece o an için seçilmiş, düzenlenmiş, cilalanmış bir parça mı?
Sosyal medya, gerçeği parça parça sunuyor; ama o parçalar birleştiğinde ortaya çıkan şey, genellikle “bizim istediğimiz görüntü.”
Oysa sinemanın büyüsü tam tersindeydi.
Gerçek olmasa bile, duygusu gerçekte yankı bulurdu.
Bir sessiz filmdeki oyuncunun gözlerindeki hüzün, dünyanın herhangi bir yerindeki izleyicinin kalbine dokunurdu.
Bugün ise çoğu şey görsel olarak güçlü ama duygusal olarak zayıf.
Çünkü artık “anlam” değil, “etki” ön planda.
Ama belki de bu çağın anlatısı tam da bu:
Gerçek ile kurgu arasındaki bulanıklık.
Belki de bu bulanıklık, yeni bir tür hikâye biçimi yaratıyor: Dijital Gerçeklik.
Bir yandan samimi olmaya çalışıyor, diğer yandan performansa dönüşüyor.
İçinde çelişkiler barındırsa da, bu çağın dili bu.
Anlatı biçimi değişti, evet. Ama insanın anlatma ihtiyacı değişmedi.
Bir zamanlar sinema vardı, şimdi ekranlar; bir zamanlar mektuplar vardı, şimdi paylaşımlar.
Ama her dönemde insanın içinde aynı dürtü vardı: “Birileri beni anlasın.”
Bir zamanlar hikâyeler yalnızca dinlenir, şimdi yorumlanır; bir zamanlar seyirci sessizdi, şimdi herkesin sesi var.
Ve belki de bu yüzden hikâyeler hiç olmadığı kadar canlı.
Çünkü artık tek bir merkezden değil, milyonlarca farklı insandan çıkıyor.
Sosyal medya sayesinde dünyanın öbür ucundaki bir gencin hikâyesiyle empati kurabiliyoruz.
Bir annenin acısı, bir çocuğun sevinci, bir sanatçının iç sesi saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor.
Evet, bazen yüzeysel, bazen yapay; ama bir yandan da hiç olmadığı kadar demokratik.
Son Perde
Belki de mesele, hikâyenin nerede anlatıldığı değil, nasıl hissedildiğinde.
Bir film, bir yazı, bir video, bir gönderi…
Eğer içinde bir samimiyet varsa, insanın kalbine dokunuyor.
Teknoloji biçimi değiştiriyor, ama duygunun gücüne dokunamıyor.
Sessiz sinemadan sosyal medya performanslarına uzanan bu uzun yolculuk, bize bir gerçeği fısıldıyor:
İnsan, var oldukça hikâyeler de var olacak.
Çünkü anlatmak, nefes almak gibi doğal bir eylem.
Ve belki bir gün, bütün bu gürültünün arasında yine sessizliğe döneceğiz.
Yine bir bakışla, bir yüz ifadesiyle, bir kelimenin arkasındaki sükûnetle anlatacağız derdimizi.
Tıpkı o eski sessiz sinema karelerinde olduğu gibi…
Anlatılmak için değil, hissedilmek için.
SABİHA ÜNAL
YAZAR
Yorum Yazın